Adana’da yaşanan olaylarla alakalı olarak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu soruşturma başlatıldığını açıklarken şöyle bir cümle kurdu:
“Kuytulcuların uzun zamandır tüm tahrik, hakaret ve istismarlarına güvenlik güçlerimiz hep sabırla orantıyla mukabele etmişlerdir. Ancak bugün tüm tahrik, hakaret ve istismara rağmen orantısız güç uygulamak bizim yöntemimiz olmamalı idi.”
Açıklamasının devamında İçişleri Bakanı Soylu’nun “Kuytulcular” olarak isimlendirdiği grubu kast ederek, “yıllardır her hafta yasa dışı gösteri yapan” tanımlaması ile “Adana’da nevruz ile eş zamanlı yasa dışı gösteri yapmışlardır” izahı pek alakalı gibi durmuyor.
Çünkü Alpaslan Kuytul ve Furkan Vakfı’nın uzun bir zamandır süren protesto yürüyüşlerinin son konusu çevrelerinde yaşanan ticari bir anlaşmazlığın tehdit ve gaspa uzanan bir gerilimin neticesi olarak 8 kişinin tutuklanmasıyla doğrudan alakalı.
Benzer bir izahı, küçük bir farkla Adana Valiliği tarafından yapılan basın açıklamasında da görebiliyoruz.
Adana Valiliği protestocuları “Kuytulcular” olarak değil “korsan etkinlik düzenleyen Furkancılar” olarak isimlendirmişti. Adana Valiliği de “aylardan beri yasa dışı gösteri” vurgusu yaparak, “müsamaha gösterildiği ve hiçbir güç kullanılmadığı”nın altını çizmekte. Ancak “görevli memurlara mukavemet ve saldırı” ile “kamu düzenini, bozmaya şehirdeki günlük hayatı etkilemeye” başladıklarından itibaren kademeli olarak müdahale edildiği ve grupların dağıtıldığı ifade edilmektedir. Basın açıklamasının sonunda Adana Valiliği 37 polis memurunun yaralandığını ve orantısız güç kullandığı tespit edilen iki memura soruşturma açıldığını okuyabiliyoruz.
Şimdi “tahrikçi Kuytulcular” mı diyelim yoksa “korsan etkinlikler düzenleyen Furkancılar” mı diyelim gibi tartışmalara hiç girmeden sükûnetle ve aklı selim ile etraflıca düşünelim, adaletin tecellisi ve hukuk devletinin tahkimi adına üzerimize düşenleri adım adım tartışalım. Adana’dan gelen görüntüler İçişleri Bakanı ve Adana Valisi’nin söylediği gibi birkaç çürük elmanın basit bir yetki aşımından, orantısız güç kullanımından ibaret değil maalesef. Adana sokaklarından gelen görüntüler o derece kötü, çirkin ve üzücü ki öyle “tahrik ettiler, hakaret ettiler veya istismar ettiler” gibi mazeretlerle geçiştirilebilecek boyutta değil asla. Bu nasıl bir emniyet ve devlet mantığıdır ki tahrik olmaya teşne, hakaret karşısında vazife ve salahiyetlerini çiğnemeye heveskâr bekliyor. Devlet ciddiyeti, kanuna bağlılık sabun köpüğü müdür ki böyle kolayca uçup gidebiliyor!
Kadın erkek demeden bir yandan coplayıp diğer yandan biber gazıyla gaddarca müdahaleyi meşru ve zaruri kılacak hangi tehdit veya şiddet eylemi zuhur etti protestoculardan? Saatler süren müdahale açıkçası Adana Valisi ve Emniyet Müdürü adına sadece kifayetsizliği değil kanunsuzluğu da işaretleyen kaos ve şiddet görüntüleriyle ilmik ilmik örülmüş durumda. Niyeti ne kadar çirkin olursa olsun basit ve sınırlı bir protestoya izin vermeyerek bilakis Türkiye’nin en önemli şehirlerinden birinin sokaklarını utanç verici devlet şiddetiyle itibarsızlaştırmak, kirletmek ve kanatmak hepimiz için ağır bir yük olmuştur.
“İşkence ve kötü muameleye sıfır tolerans” söylemini pratiğe dönüştüren bir siyasal iktidarı cadde ve sokaklarında kafa kol kırılan, kadın erkek demeden yerlerde sürüklenen, yüzlerce binlerce kayıt cihazı çalışırken dahi mahalle kavgası veya çete savaşları görüntüsüne mahkûm eden teamüllerle kuşatmaya kalkmak büyük bir cürettir.
Haklı ve zaruri vurguları aşan her türlü beka kaygısı, ardı arkası kesilmeyen komplo teorileri, dünyanın hemen her köşesindeki gelişmeleri doğrudan Türkiye’ye yönelik tehditler kategorisine sokan takıntılar toplumu da bürokrasi ve siyaseti de paranoyak hale getiriyor.
Devletin putlaştırıldığı, bürokrasinin kutsallaştırıldığı, temel hak ve özgürlüklerin her an geri alınabilecek lütuflar olarak görüldüğü zihinsel ve duygusal bir salgın hastalıkla kuşatıldığımızı artık fark etmeliyiz. “Haini bitmeyen ülke, yüz binlerce casusun cirit attığı memleket” türü benzetmeler artık emekli kahvehanelerini aşıp sosyal medya trollerine, yerli ve milli dizilerin kahramanlarının repliklerine daha fazla istikamet belirledikçe basiretler bağlanıyor, gözler ve kalpler körleşiyor.
Hiçbir toplum kronik bir devlet düşmanlığı ile fanatik bir devletçilik arasında salınmak mecburiyetinde değildir.
Bu ülke ve toplum eğer ahlaki ve hukuki ilkelerin daha sağlam olmasını istiyorsa eğer güvenlik ve refahın daha ileri aşamaya geçmesini özlüyorsa bu hedefe devleti kutsallaştırarak veya milliyetçiliği tırmandırarak asla varamaz.
Devlet, siyaset, bürokrasi, medya, sivil toplum gereğince özeleştiri yapmadan bu toplum huzura kavuşamaz.
Yaşanan manzara “birkaç çürük elma” mazeretçiliğinin çok ötesinde seyretmektedir. Yaşanan sıkıntıları görünmez kılmak, konuşulmaz hale getirmek yarayı kangrene çevirmekten başka sonuç da vermeyecektir.
Onca görüntüyü devlet adamlarının ağır, oturaklı beyanlarıyla tekzip etmek de toplumu ikna etmek de beyhude bir çaba olacaktır.
Şu valiyi, bu müdürü, filan siyasiyi koruyalım derken adaleti, hukuku, toplumun geleceğe dönük ümitlerini hepten korumasız bırakmayalım.
Sorunu inkâr etmenin, arızaları hafife almanın siyaset ve devlete de topluma da maliyeti her zaman büyük olmuştur.