Alkış Çavuşları ve Dalkavuklar

İbrahim Kiras yazdı… Zeki Müren bir şarkısında “Alkışlarla Yaşıyorum” diyordu ya, aslında sadece sahne sanatçıları değil, her insan alkışlanmayı sever. Bilhassa yönetici konumundaki kişiler yaptıkları işlerin her halükârda takdir edilmesini arzu ederler. Kendilerine boyuna “Aslansın, kaplansın” denilmesini isterler. Alkış onların da gıdasıdır. Öyle ki geçmiş devirlerde bu işleri yapan profesyonel kadrolar istihdam edilirmiş saraylarda.Mesela Osmanlı sarayında “alkış çavuşları” ünvanını taşıyan devlet … Alkış Çavuşları ve Dalkavuklar Devamı »

Eklenme Tarihi: 31 Ağu 2024
4 dk okuma süresi
Güncelleme Tarihi: 31 Ağu 2024
Alkış Çavuşları ve Dalkavuklar

İbrahim Kiras yazdı…

Zeki Müren bir şarkısında “Alkışlarla Yaşıyorum” diyordu ya, aslında sadece sahne sanatçıları değil, her insan alkışlanmayı sever. Bilhassa yönetici konumundaki kişiler yaptıkları işlerin her halükârda takdir edilmesini arzu ederler. Kendilerine boyuna “Aslansın, kaplansın” denilmesini isterler. Alkış onların da gıdasıdır.

Öyle ki geçmiş devirlerde bu işleri yapan profesyonel kadrolar istihdam edilirmiş saraylarda. Mesela Osmanlı sarayında “alkış çavuşları” ünvanını taşıyan devlet memurları vardır.

Osmanlı devlet teşrifatında bu uygulamanın yerini Prof. Abdülkadir Özcan TDV İslam Ansiklopedisi’nin “alkış” maddesinde şöyle anlatıyor: “Protokole göre, padişah bir merasim için tahtına oturduğunda, atına bindiğinde ve bayram törenlerinde kutlamaları kabul ederken alkış çavuşları teşrifatçıbaşının işaretiyle, ‘Aleyke avnullah’; ‘Uğurun açık olsun, ikbâlin efzûn, padişahım, ömr ü devletinle bin yaşa!’; ‘Mâşallah, mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!’ diyerek bir ağızdan bağırırlardı.”

Alkış çavuşlarının hükümdara “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” diye seslenmeleri bize o günkü devlet büyüklerinin bugün için ileri derecede tevazu ve tolerans sahibi olduklarını düşündürtebilir. Çünkü bugün öyle herkese edilecek laf değil bu. Allah korusun.

Ne var ki eski dünyada Roma İmparatorları devrinden beri taht sahiplerine söylenmesi adet olan bu sözün “Yeryüzünde senden büyük yok” gibi bir anlama gelebileceği de gözden kaçırılmamalı. “Gökte Allah, yerde padişah” anlayışının ifadesi yani.

Bu bir yana, büyüklerin moralini yüksekte tutma işi yalnızca alkışla olacak bir iş değildir. Hele teşrifat gereği yapılan alkış kimsenin karnını doyurmaz. Ama neyse ki yüksek makamlarda oturan zevatın etrafında onların ne istediğini bilen kişiler olur hep. “Ne güzel buyurdunuz, ne iyi yaptınız” diyerek başlarındakini daima memnun ederler. Böylece velinimetlerinin özgüvenini korumasına yardımcı olurlar. Yani bu iş sanıldığından çok daha ciddi bir iştir. Dolayısıyla birileri özel olarak bu görevi üstlenmek durumundadır. Yoksa yüksek yerlerde can sıkıcı bir hava oluşabilir. Bu da yönetimin düzenini aksatır, o civardakilerin ağzının tadı bozulur.

İşte dalkavuklar bunun için lazımdır. Gelgelelim bu hassas hizmeti asıl görevlerinin yanında ek iş olarak yapanlar olduğu gibi yalnızca buradan ekmek yiyen bir meslek kesimi de vardır. Daha doğrusu bir zamanlar varmış.

Reşat Ekrem Koçu anlatıyor: “Bugün dalkavukluk bir ruh ve tıynet meselesidir; iş, meslek olmaktan çıkmıştır. Tanzimat’tan evvelki devirde ise, dalkavuklar, kâhyaları, nizamnameleri ve narhları olan bir esnaf zümresiydi.”

Sarayda veya paşa konaklarında hizmet veren sabit dalkavuklar olduğu gibi, çağrıldıkları yere gidip mesleklerini icra eden serbest dalkavuklar da varmış yani.

Koçu’nun aktardığına göre I. Mahmut devrinde saraya verilen bir dilekçede bu meslek zümresi adına devletten birtakım taleplerde bulunulmaktadır: “Her sene Ramazan-ı Şerif geldiğinde İstanbul’da davetli, davetsiz iftarlara gideriz. Ulemanın, ricali devletin ve sair büyüklerin, mevki sahiplerinin sofralarında çeşitli nefis yemekler, şerbetler, türlü türlü reçeller, tavukgöğüsleri, elmaspareler, helvalar, kaymaklı baklavalar, ekmek kadayıfları, süzme aşureler, hoşaflar yer ve içeriz. Üstüne göbek tütünü ve kahve ile ikram görürüz. Lakin içimizde bazı terbiyesizler bulunup edebe uymayan hareket ve tavırlarıyla velinimetlerimiz efendilerimizi gücendirmekte, zararı da hepimize dokunmaktadır. Dalkavukluk sağlam bir nizama bağlanmazsa hepimizin açlıktan öleceğimiz aşikardır. Kadim nizam ve kanuna göre yeniden bir nizama bağlanmasını, uygunsuzların içimizden tard edilmesini… niyaz ederiz”

Bu dilekçeye cevaben, söz konusu meslek mensuplarının uyması gereken kurallar hatırlatılmış, aynı zamanda dalkavukların sahip oldukları haklar da belirtilmiştir.

Arşiv belgesindeki en ilginç detay ise serbest çalışan dalkavukların müşterilerine sundukları hizmetlerin çeşitlerine ilişkin fiyat tarifesi…

Epeyce uzun ve teferruatlı olan bu meslek tarifesinin birkaç maddesi şöyle: “Dalkavuğun burnuna fiske vurma (fiske başına) 20 para Başına kabak vurma 30 para Yüzünü tokatlama (tokat başına) 30 para Oturduğu setten ve minderden aşağı yuvarlama 30 para Merdivenden aşağı yuvarlama 180 para Çıplak başına tokat atma (tokat başına) 45 para

Yüzüne mürekkep ve kömür ile kara sürme 37 para…” (Reşad Ekrem Koçu, “Tarihimizde Garip Vakalar”, Doğan Y.)

Şimdi artık böyle bir meslek grubu yok. İnsan onuruna yakışmayan bu çirkin lekenin ortadan kalkmış olması elbette memnuniyet verici. Ancak Reşat Ekrem’in ifadesiyle “bir ruh ve tıynet meselesi olarak” dalkavukluk şeklini bir ölçüde değiştirmiş de olsa varlığını ve işlevini sürdürüyor. Büyük adamların dalkavuklara zaafı hiç bitmiyor çünkü.

Mesela her gece Atatürk’ün sofrasında oturan malum zevatı İsmet Paşa ve diğer bazı devlet erkanı “dalkavuk” diye nitelendirirmiş. Atatürk ise kulağına gelen bu tür sözlere çok kızar, “Onlar benim vefalı dostlarım… Hiçbirini devlet yönetimine getirmedim, yalnızca milletvekili yaptım” dermiş.

Nihal Atsız’ın “Dalkavuklar Gecesi” isimli satirik romanındaki “kahramanların” da söz konusu sofranın kimi müdavimleri olduğu biliniyor.

Bugün ise sarayda sofra kurulmadığı için böylesi hadiseler yaşanmıyor çok şükür! Yalnızca bazı televizyon kanallarındaki bazı “tartışma programları”nda temennâ, inhinâ, müdâhane, müdârâ, tabasbus ve tekâpû faaliyetleri gerçekleştiriliyor.

Ancak bu sanatı icra edenler yaptıklarını -haşa!- dalkavukluk olarak görmüyor, daha alafranga bir tabirle “sinyal” adını veriyorlar buna.

Sosyal medya paylaşımları, gazete manşetleri ve köşe yazıları da hakeza… Hepsi sinyal.

Fırsat düştüğünde mecliste vekil yumruklamak gibi sıradışı hizmetlerle ilgili adrese gönderilen sinyaller de dalkavukluk sayılmıyor.

Öbür yandan, ortada padişahlık olmadığı için “alkış çavuşları” da yok bugün. Ama alkışçılık sona ermiş değil.

“Yaşasın padişahımız” diye bağıran görevliler yok, gazete manşetleri ve TV’lerdeki “tartışma programları” var…

Alkış çavuşları yerine bir işe başlarken besmele çeker gibi “Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatıyla” diye konuşanlar var.

Diyeceksiniz ki onlar da az alkış çavuşu sayılmazlar!

O sizin fikriniz.