İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü soykırım saldırılarına en tavizsiz şekilde destek veren ülke Almanya, biliyorsunuz. ABD’den bile daha sert bir tavır içinde Almanlar. Hatta yaşanan mezalimi protesto etmek isteyen kendi vatandaşlarına birtakım engeller ve yasaklar getirmeye kadar işi vardırdılar.
Almanya’daki “sol ağırlıklı” SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümeti İsrail’deki Netanyahu yönetimine müzaherette hiçbir sınır tanımadığını gösterdi.
Tel Aviv’e yandaşlık uğruna Frankfurt Kitap Fuarında Filistinli yazar Adania Shibli’nin romanı için düzenlenen ödül törenini iptal ettiler. Filistin’e destek açıklayan sporcuların sözleşmelerini feshettiler. Medyada, üniversitelerde aykırı sesleri susturmaya çalıştılar.
Son olarak, iktidar ortağı Yeşiller Partisi kontrolündeki Heinrich Böll Vakfı “Yahudi” düşünür Hannah Arendt adına bu yıl “Yahudi” yazar Masha Gessen’e verilmesi kararlaştırılan Siyasi Düşünce Ödülü’nden desteğini çekti! Ödülün açıklanmasından sonra New Yorker dergisinde yayınlanan bir makalesinde Gazze’deki durumu eleştiren yazarı “Yahudi düşmanlığıyla” suçlayarak…
Gerçi yoğun tepkiler üzerine söz konusu vakıf sonradan geri adım atıp “aile arasında küçük bir törenle” sessiz sedasız ödülü sahibine teslim etti ama olup bitenler yeterince açıklayıcıydı.
Aslına bakarsanız, adına ödül verilen Hannah Arendt‘in kendisi de anti-semitizm ile suçlanmıştı vaktiyle. Çünkü Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te başlıklı eserinde Naziler tarafından Yahudilere karşı işlenen kötülüğü başka bir açıdan açıklamaya çalışmıştı.
Holokost’ta mühim bir görev ifa etmiş olan Nazi bürokratı Rudolf Eichmann’ın yargılamasını (yine) New Yorker dergisi adına izleyen Arendt, bu eski Nazi’nin kendisine verilen emirlere düşünmeden itaat etmiş, yaptıklarının sonuçlarını hesaplamamış basit bir insan olduğunu fark etmişti. Sorun bu adamın bireysel kötülüğünün ötesinde bu tür sıradan adamların (aslında bütün bir Alman toplumunun) nasıl bu kadar kolayca devasa bir kötülük organizasyonunun gönüllü destekçisi haline gelebildikleriydi.
Bu yaklaşım her nedense uluslararası Yahudi örgütlerini fazlasıyla rahatsız etti. Nazilerin işlediği kötülüklere iştirak eden kişileri aklını ve iradesini egemen otoriteye teslim etmiş sıradan ve aciz insanlar olarak değil, kana susamış canavarlar olarak görmeyi tercih ediyordu Yahudi gruplar.
Arendt ise Nazi canavarlığının bir benzerinin tekrar yaşanmaması için öncelikle sıradan insanların otorite ile ilişkilerinin çözümlenmesi gerektiği fikrinden yola çıkmıştı. Totaliter yönetimlerin sıradan insanların zihninde gerçekle kurgu ve doğruyla yanlış arasındaki ayrımı nasıl ortadan kaldırabildiklerini anlamak gerektiğini savunuyordu Kötülüğün Sıradanlığı yazarı. Oysa karşıtları bu işe bulaşan kim varsa ibreti alem için cezalandırılırsa bir daha kimsenin Yahudilere yan bakamayacağını savunuyorlardı.
Arendt, ayrıca Eichmann’ın “Yahudilere karşı” işlediği suçlardan dolayı “İsrail tarafından” değil, “insanlığa karşı” işlediği suçlardan dolayı “uluslararası bir mahkeme tarafından” yargılanması gerektiği görüşündedir. Bu da kendisine yönelik bir kızgınlık doğurdu. Ama asıl tepki çeken husus “kötülüğün sıradanlığı” yaklaşımıydı.
Dünya dillerinin çoğuna çevrilen kitap yayımından sonraki yaklaşık kırk yıl boyunca İbranice’ye çevrilmedi. ABD’de ve Avrupa’da Arendt aleyhinde linç kampanyaları yapıldı, “antisemitist” suçlamasında bulunuldu. Hatta “sol eğilimli” Fransız Le Nouvel Observateur gazetesi “Hannah Arendt Est-elle nazie?” (Arendt Nazi mi?) diye manşet attı. Zaten bu konuda “kraldan fazla kralcılık” tutumu Avrupa solunun (önemli bir bölümünün) eski alışkanlığıdır.
Fransız Komünist Partisi’nin eski yöneticisi Garaudy, Holokost’un kurbanları arasında Romanlar ve Slavlar da olduğu halde Yahudilerin mağduriyeti tekellerine alıp bunu İsrail politikalarını meşrulaştırma aracı olarak kullandıkları eleştirisinde bulununca en başta solcuları kızdırmıştı. Komünist yayın organları yıllar sonra eski yoldaşlarının vefat haberini bile “soykırım inkarcısı Garaudy öldü” diye duyuracaklardı.
Garaudy neyse de Arendt hakkında Yahudi düşmanlığı suçlaması olacak şey değil. Bütün gençliğini “Yahudi davası” uğruna didinerek geçirmiş, savaş öncesi yıllarda annesiyle birlikte canını tehlikeye atarak ırkdaşlarını Almanya’dan kaçırma faaliyetlerine katılmış bir insana bile antisemitik diyenler bize ne demez!
Dolayısıyla Almanları da bir yere kadar anlamak lazım. Tarihin en büyük toplu cinayetine iştirak etmiş olma sabıkası uluslararası Yahudi lobileri ve İsrail karşısında ellerini kollarını bağlamış bulunuyor. Almanya’nın bugün Gazze konusunda gösterdiği akıl almaz ve vicdan dışı tutumu yalnızca Ortadoğu’da ABD politikalarına ters düşmeme kaygısıyla açıklamak yeterli değil. Nitekim 2003’teki Irak savaşında Almanlar çok sert bir şekilde Washington’un karşısında yer almışlardı.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında gerçekleşen Yahudi soykırımının utanç verici hatırası Almanya’nın İsrail politikasını ipotek altında tutuyor. Hem siyaseti hem de entelektüel kamuoyunu İsrail yandaşlığı boyunduruğuna hapseden psikoloji bu.
Mamafih tarih boyunca Yahudilere yaptıkları şeyler düşünülürse Almanlar bunun için ne kadar utansalar az tabii. Gerçi hemen hemen bütün Avrupa milletleri antisemitizm bayrağını yüzyıllarca el ele taşıdılar ama Almanya özellikle son asırlarda hepsinin önüne geçti. Esas itibarıyla 19. yüzyılda literatüre giren “Yahudi sorunu” (judenproblem) kavramı bile Alman icadıdır ve bu kavramın ifade ettiği sorun doğrudan doğruya “Yahudilerin mevcudiyeti”dir.
Tarihlerinde İslam dünyasında yaşadıkları rahatlığın aksine Avrupa’da farklı inançları ve ayrıksı kimlikleri yüzünden hep baskı görmüş, sayısız pogromlara, katliamlara maruz kalmış olan Yahudiler 19. yüzyıl Almanyası’nda topyekun hedef haline geldiler. Farklı olmaları yetmiyormuş gibi bu dönemde hızla sanayileşmekte olan Alman şehirlerinde “finans kapital”e hakim duruma gelmiş olan bu zümre artık klasik çağlarda ifade ettiğinden çok farklı bir tehdit olarak algılanıyordu. Bütün kötülüklerin kaynağı onlardı. “Yahudi sorunu” vardı ülkede!
Bu “sorun”un çözüm yolları harıl harıl tartışılırken en ciddi teklif bizzat Yahudilerden geldi. Siyonist hareket Filistin’de bir Yahudi devleti ihdası fikrini bu sorunun çözümü olarak ortaya atmıştı. “Filistin’e gönderin, Yahudilerden tamamen kurtulun” teklifiydi bu. Nitekim Filistin’de bir Yahudi vatanı oluşturma projesinin ilk destekçisi Alman devletiydi. İngilizler çok sonra devraldılar bu rolü.
Ancak ikinci Dünya Savaşı öncesine kadar Filistin’e göçler yavaş ilerliyordu. Herkes gitmek istemiyordu. Nüfus da gönder gönder bitecek gibi değildi zaten. Bunun üzerine gündeme gelen son formül Nazilerin “nihai çözüm” dedikleri soykırım oldu.
Alman halkının kahir ekseriyeti savaşın ardından öğrendi tarihin en büyük toplu cinayetlerinden birine devlet olarak imza attıklarını. İlerleyen yıllarda büyük travmaya yol açtı bu korkunç olay. Kendilerini affettirmek için ne yapacaklarını bilemez oldular. Psikolojide veya psikiyatride karşılığı var mıdır bu tepki tarzının bilmiyorum, kendilerini kurbanlarının yerine geçirdiler bir anlamda. Kurbandan fazla kurban gibi hissedip kraldan fazla kralcı oldular.