Nobel ödüllü bilginimiz Daron Acemoğlu geçen hafta Financial Times’ta ilgi çekici bir makale yayımladı. “Eğer 2050’de hayatta ve sağlıklı olursam bugün Amerika’da olup bitenleri şöyle değerlendiririm herhalde”, diyordu Acemoğlu:
“Çöküş aniden ve beklenmedik şekilde geldi. 20. yüzyıl Amerikan yüzyılıydı, 21. yüzyılın ilk yıllarında ise ABD daha da durdurulamaz görünüyordu. Yapay zekada öncülüğü ele almıştı, ekonomisi sağlamdı, 2007-09 mali krizinin ve 2020-22 Covid pandemisinin etkilerinden hala mustarip olan Avrupalı rakiplerinden daha iyi performans göstermesi mukadderdi. Çin daha zorlu bir rakipti ama birçok yorumcu bu ülkenin ABD'yi geçme ihtimalini artık ciddiye almıyordu. Bu yüzden 2030'ların başında ABD ekonomisinin büyümeyi durdurması ve Avrupa'dan bile geride kalması çok kişiyi şaşırttı.”
Acemoğlu, yazısının devamında, söz konusu çöküşün sebeplerine dair “ortaya atılacak” görüşleri aktarıyor: Kimileri bunu Trump'ın ikinci dönemindeki ekonomi politikalarına bağlamaktaydı. Özellikle müttefiklere yönelik gümrük vergilerinin yol açtığı küresel ticaret savaşı ABD ekonomisinin üretkenliğini azaltmış, enflasyonu yükseltmiş, federal borçları arttırmıştı.
Kimileri ise yine Trump'ın ikinci döneminde hükümetin anti tröst baskısını kaldırması sebebiyle birkaç mega şirketin tüm teknoloji endüstrisine hükmetmeye başlamasının trilyonlarca dolarlık bu sektörde verimsizliğe ve giderek çöküşe yol açtığını söylüyorlardı.
Kimilerince de Trump yönetiminin Paris İklim Anlaşması'ndan ve Dünya Sağlık Örgütü'nden çekilmesi ve müttefiklerine uyguladığı ağır gümrük vergileri, ardından NATO içinde başlayan iç çekişmeler birçok ülkeyi dolardan ve ABD finansal sisteminden uzaklaştırmıştı.
Ne var ki Acemoğlu’na göre bu açıklamaların hiçbiri yaşanan beklenmedik çöküşü açıklamak için yeterli değildi. Ona göre en önemli sebep bu süreçte Amerikan kurumlarının tahrip olmasıydı.
Kurumları ne tahrip eder peki? Ağaçtan düşmüş bir millet olarak biz bu sorunun cevabını iyi biliyoruz: Etkisizleştirmek, işlevsizleştirmek, yetkilerini budamak, çalışmasını zorlaştırmak, bağımsızlığını ortadan kaldırıp siyasete bağımlı hale getirmek, ehliyetsiz ellere teslim etmek vs… vs…
Acemoğlu, burada yalnızca bir bölümünü özetlemeye çalıştığım, oldukça hacimli yazısında bunlardan söz etmiyor. Nobelli bilginimize göre kurumları çökerten en önemli faktör toplumda bu kurumlara duyulan güvenin azalmasıdır. Bu güven azalmasının sebebi de söz konusu kurumların işleyişinin başarısız olduğunun düşünülmesidir. Acemoğlu’na göre, başarısız oldukları düşünülen kurumların başarısız olma ihtimali yükselir.
Mamafih burada sözü edilenin Amerikan kurumları olduğunu unutmamak lazım. Çünkü bu ülkede -öbür gelişmiş Batı ülkelerinde olduğu gibi- mesela yargının, medyanın, üniversitenin, Merkez Bankasının bağımsızlığını kaybetmesi kolay kolay hiç kimsenin aklına gelmeyecek uçuk bir senaryodur. Bugün zaten Amerika’da bütün bu kurumlar bağımsızlıklarını muhafaza ediyorlar.
Ama bir yerde olan başka yerde de olabilir. Steven Levitsky ile Lucan A. Way’in Foreign Affairs’de çıkan makaleleri bunu savunuyor.
Yazarlara göre “Amerika on yıldır geriliyor: Freedom House'un küresel özgürlük endeksinde ABD 2014 ile 2021 arası 9 puan aşağı düştü. Anayasal denetim çöktü. Trump, bir seçimin sonuçlarını tanımayıp barışçıl bir iktidar devrini engellemeye çalıştığında demokrasinin temel kuralını ihlal etmişti. Yine de ne Kongre ne de yargı onu sorumlu tuttu. Cumhuriyetçi Parti -darbe girişimine rağmen- onu yeniden aday yaptı. Trump, 2024'te açıkça otoriter bir kampanya yürüttü ve rakiplerini kovuşturma, eleştirel medyayı cezalandırma ve protestoları bastırmak için orduyu kullanma tehditleri savurdu.”
İlk döneminde deneyimi, planı veya ekibi olmayan, Cumhuriyetçi Parti'yi kontrol edemeyen Trump seçimi kazanmayı başarmasının ardından ele geçirdiği büyük güçle şimdi kafasındaki politikaları hayata geçirmeye çalışacak, yazarlara göre. Bu da demokrasinin ortadan kaldırılması demek. Ancak demokrasinin çöküşü, ABD’de seçimlerin bir aldatmaca olduğu ve muhalefetin hapsedildiği, sürgüne gönderildiği veya öldürüldüğü klasik bir diktatörlüğe yol açmayacak.
“Önümüzde faşist veya tek partili diktatörlük değil, rekabetçi otoriterlik var; partilerin seçimlerde yarıştığı ancak iktidardakinin iktidarı kötüye kullanmasının oyun alanını muhalefete karşı eğdiği bir sistem bu” diyor Levitsky ile Way.
Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana ortaya çıkan çoğu otokrasinin bu kategoriye girdiğini ileri sürerek El Salvador, Macaristan, Hindistan, Tunus ve Türkiye örneklerini veriyorlar. “Rekabetçi otoriterlik” diye tanımladıkları bu sistem içinde demokrasinin biçimsel mimarisi bozulmadan kalır. Seçimler genellikle iktidardakilerin ter dökmesini gerektiren çekişmeli mücadelelerdir. Ancak sistem demokratik değildir, çünkü görevdekiler muhaliflerle mücadelede hükümet mekanizmasını kullanarak oyunu manipüle ediyorlar. Rekabet gerçektir ancak adil değildir.
Rekabetçi otoriterlik, diyor Foreign Affairs yazarları, ABD’deki siyasi hayatı değiştirecek. Muhalefet etmenin maliyeti önemli ölçüde artacak. Eleştirel medya kuruluşları muhtemelen maliyetli iftira davaları veya diğer yasal işlemlerle ve ana şirketlerine karşı misilleme politikalarıyla karşı karşıya kalacak. Muhalefet daha zor ve daha riskli olacak ve birçok vatandaşın mücadelenin buna değmediğine karar vermesine yol açacak.
“Son yıllarda başka bazı ülkelerde de seçilmiş otokratların ilk adımlarından biri, görevleri usulsüzlükleri soruşturmak ve kovuşturmak, medyayı ve ekonomiyi düzenlemek ve seçimleri denetlemek olan kamu kurumlarındaki profesyonel memurları tasfiye etmek ve onları sadık kişilerle değiştirmek oldu” diyen yazarlara göre, Trump ve müttefiklerinin de benzer planları var.
Yer yer bizim ülkemizdeki bazı hadiselerden de örnek olarak bahsedilen bu uzun makalede yazarlar özetle korkutucu bir kabus senaryosu sunuyor. Buna karşılık okurlarına verdikleri tek teselli Trump yönetiminin yapacağı hataların sandıkta cezalandırılmasının mümkün ve muhtemel olması.