Asr-ı Saadete (İslam Medeniyeti’ne) Muhtacız

Eklenme Tarihi: 21 Nis 2016
9 dk okuma süresi

Allah Celle Celaluhu’nun Peygamber göndererek insanlığa yol göstermesi, onlara bizatihi kendileri gibi yaşayan örnekleri rehber tayin etmesi, ilk insan Hz. Âdem Aleyhisselam’dan beri uyguladığı sünnetidir. İnsanlığa hidayet rehberi olarak gönderilen peygamberlerin sayısını tam olarak bilmiyoruz. Bu konuda bilinen en önemli gerçek, Kur’an’daki peygamber kıssalarının geneline bakıldığında göze çarpmaktadır. İnsanlar ne zaman peygamberlerinin öğretilerini unutmuşlar, hak ve hakikat yolundan sapıp cahiliyenin zifiri karanlığında kaybolmuşlarsa, Allah Azze ve Celle bu gidişata peygamber göndererek müdahale etmiş, insanlığı karanlıklardan nura çıkarmıştır. “Sizi karanlıklardan nura çıkarmak için kuluna (Muhammed’e) apaçık ayetler indiren O’dur. Şüphesiz Allah size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir”1 ayetinde de işaret buyrulduğu gibi son Peygambere kadar Sünnetullah bu şekilde cereyan etmiştir. Elbette ki her bir peygamberin gönderilişi kendi dönemi için önem arzetse de Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in gönderilişi için ayrı bir parantez açmak gerekir. Çünkü peygamberlik binasının son tuğlası olması hasebiyle bu müdahale hepsinden daha kapsamlı, kıyamete kadar gelecek nesilleri kuşatıcı ve kalıcı olacak olan son müdahaledir. Bu nedenledir ki Kur’an gibi tüm yönleriyle hidayet rehberi mükemmel bir kitap, Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem gibi tüm yaşantısıyla her alanda pratik örnek (Usvetün Hasene) en son müdahaleye bırakıldı. Diğer peygamberlerin aksine son Peygamberle gönderilen öğreti, kıyamete kadar tüm insanlara, bütün zamanlara ve mekânlara olacaktı. “De ki: ‘Ey insanlar, ben Allah’ın hepinize gönderdiği bir elçisiyim.”2 İsterseniz gelin hep birlikte bu son müdahaleyle ne gibi değişimler gerçekleştirildiğini, bunun insanlık için ne denli büyük bir rahmet olduğunu anlamaya çalışalım. Bunu anlayabilmek için de bi’set (peygamberlik) öncesini ve bi’set sonrasını bir hatırlayalım ve ona göre kıyaslayalım.

Peygamberlik Öncesi Durum

Hz. Peygamber’den önceki dünyanın genel durumuna bakıldığında, koyu bir cahiliyenin hâkim olduğu görülür. Daha önceki peygamberlerin öğretileri unutulmuş, kutsal kitapları tahrif olmuş ve dünyanın birçok bölgesinde putperestliğin hüküm sürdüğü karışık din anlayışları, insanlığın derdine çözüm olmak bir yana yarayı daha da derinleştirmiş, kangrene çevirmişti. Dünya genelindeki dinlere ve o dönemdeki etkilerine bir bakalım: Yahudilik; kendini üstün ırk olarak gören, birtakım ruhsuz ve cansız âdetlerden ve ayinlerden ibaret, ümmet olma mes’uliyetini idrak etmekten uzak, etken değil edilgen bir dine dönüşmüştü. Çoğu zaman komşusu oldukları ya da egemenlikleri altında yaşadıkları milletlerin inançlarını, putperest cahiliye devrinin örf ve adetlerinin birçoğunu aynen almışlardı. Din adamları zaten Hz. Musa’dan asırlarca sonra yazılmış olan Tevrat’ın hükümlerinde istedikleri gibi oynamalar yapıyorlar, kelimelerin yerini değiştirme gibi bir takım cambazlıklarla mananın değişmesine ve gerçeğin ketmedilmesine zemin hazırlıyorlardı. Toplumu ıslah etmemeleri yetmezmiş gibi bir de var olan bozuk gidişlerine; “Biz Allah’ın oğulları ve sevdikleriyiz”3 veya “Bize sayılı günler dışında kesinlikle ateş dokunmayacak”4 gibi anlayışlarla kılıf hazırlıyorlardı. Bu haliyle Yahudilik, insanlığın kurtuluş umudu olmaktan çok uzaktı ve hatta kendileri kurtarıcı bir rahmet eline muhtaçtı. Medine’de yaşayan Yahudiler, son Peygamberin geleceğini, onunla eski parlak günlerine döneceklerini birlikte yaşadıkları putperest Araplara tehditvari bir yolla daima hatırlatıyorlardı. Hristiyanlığa gelince; daha ilk asırdan itibaren bozulmalar başlamış, daha sonra Romalıların Hristiyan olmasıyla birlikte onların putperest anlayışlarının etkisi ve Pavlus’un maharetiyle

Hristiyanlık; şeriati olmayan, sadece vicdanlara hapsolunan bir dine dönüşmüştü. Teslis (baba, oğul, kutsal ruh) akidesi de bu işin tuzu biberi olmuş, tıpkı Yahudilerin yaptıkları gibi onlar da bu akideyi (çoğunlukla kendileri bile bunun ne olduğunu açıklayamıyorlar) içinde bulundukları karmaşık durumun izahı ve kılıfı olarak sunmuşlardır. İsa Aleyhisselam’dan sonraki ilk iki yüzyılda çok sayıda İncil ortaya çıkmıştır. Başlangıçta bunların hangilerinin “kutsal” ve “kanonik” kabul edilmesi gerektiği konusunda bir görüş birliği yoktu. Dört İncil’in kabulü M.S 325’teki İznik Konsili’nde olmuştur. 300 papazın savunduğu ve Roma İmparatorluğu’nun da inandığı, putperestliğe en yakın ilah anlayışı olan ve bugün hâlen devam eden Pavlusçu görüş, yani teslis (üç ilah) inancı kabul edildi. Bu inancı kabul etmeyenler sapık ilan edildi. Roma Katolik Kilisesi “Rabbın iradesinin bu konsilde tecelli ettiğini” ilan etti. Hâlbuki asıl tecelli eden, daha doğrusu cebren ettirilen “Roma İmparatorluğu’nun” iradesiydi.

Mecusilik, Budizm ve Brahmanizm inançlarında ise; durum daha da vahimdi. Bunların her biri putperestlikte ve sapıklıkta zirveye ulaşmışlardı. Hindistan’da Brahmanizm inancının M. VI. asırdaki ilahlarının sayısı 330 milyonu buluyordu.5 Gerek İran, gerekse Hindistan’da halk bu sapık inançların etkisiyle sindiriliyor, pasifize ediliyor ve sonuçta egemen olan bir avuç azınlığa boyun eğer kıvamına getiriliyorlardı. Sasani İmparatorluğu’nun durumu M.VI. asırda çok kötü durumdaydı. Halk, yarı tanrı kabul edilen Kisraların merhametine bırakılmıştı. Öyle ki bu kralların isimleri ağza alınamaz, onlara isimleriyle hitap edilemezdi. Ülke gelirlerinin tamamı mülk olarak bu krallara aitti. Kendileri lüks içinde, zevk ve sefa âlemlerindeyken, halk ağır vergilerin altında zayıf ve fakir düşüyor, zillet içerisinde hayat sürüyordu. Hindistan’da ise halk Kast Sistemi ile dört sınıfa ayrılmış; Brahmanlar denilen kâhin ve din adamları ile askerî sınıf 1. ve 2. sınıfı temsil ediyordu. İşçi sınıfı ve en altta olan hizmetçiler (çudralar) sınıfı ise ilk iki sınıfın kontrolünde ve hizmetinde hayatlarını idame ettiriyorlardı. “Brahman, günahları ve amelleriyle diğer üç sınıfı yok etse bile suçsuzdur, çünkü o masumdur hiçbir zaman cezaya çarptırılamaz” anlayışı tüm topluma hâkimdi. Çudraların ise hiçbir hakları yoktu. Bir hayvanın ölümüne biçilen diyet ile bir çudranın ölümüne biçilen kan bedeli aynıydı. Kadınların ise toplumda hiçbir önemi ve değeri yoktu. Kocası ölen kadın ya diri diri toprağa gömülür ya da kendisini yakması istenirdi. Arabistan’da da durum farksızdı. Ahlâk bozulmuş, içki, kumar ve zina yaygınlaşmıştı. Yağmacılık ve yol kesicilik yaygınlaşmış ve olağan karşılanmaktaydı. Toplum, kadına hiçbir hak tanımadığı gibi kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşileşmişti. Putperestlik toplumun tüm yaşantısına sirayet etmiş, Allah’ın evi olarak kabul edilen Kâbe’nin içi bile putlarla doldurulmuştu. Güçlünün zayıfı ezdiği, zalimin zulmünün yanına kâr kaldığı, kula kulluğun yaygınlaştığı koyu bir cahiliye, dünyanın diğer yerlerindekine paralel bir seyir izliyor, tüm dünya adeta intihara sürüklenen bir gemide yolculuk ediyordu. Tüm bu haksızlık, zulüm ve gözyaşı üzerine kurulmuş sistemlerin baskısı altında ezilen insanlık, kurtuluş reçetesi arıyordu. Allah Azze ve Celle’nin müdahalesini, peygamber göndermesini arzuluyordu. Diğer kutsal kitaplarda âhir zaman peygamberine ait bölümler gözden geçiriliyor, okunuyor, kurtuluşu isteyenlerin peygamber beklentisi giderek artıyordu. İnsanlık, her geçen gün artan sancılarının, koyulaşan ve kararan zulmetin doğacak yeni ve nurlu şafağın habercisi olmasını istiyor ve eller bunun için semaya açılıyordu. Bütün insanlık, kendilerini bu zulmetten ve dalâletten kurtaracak, bir kurtarıcı, bir peygamber bekliyordu.

Peygamberlik Sonrası Durum

Bütün beklentiler, açılan eller ve umutlar boşa çıkmadı. Hira Mağarası vahyin ışığıyla aydınlanıyor, sonrasında tüm dünyayı kuşatacak olan nurun ilk parıltıları “oku” diye başlayan ayetlerle evvela elçinin kalbinde parlıyordu. Allah Celle Celâluhu rahatın içinde rahatsızlığı seçmiş olan, toplumun kötü gidişatına ‘dur’ demek için kolları sıvayan fakat ne yapacağını, nereden başlayacağını bilmeyen Muhammed-ül Emin’i son Nebi olarak seçti ve O’na vahiyle yol gösterdi. O öyle bir Mustafa (seçilmiş kişi) idi ki, insanların kurtuluşuna olan düşkünlüğünü, Kur’an-ı Kerim şöyle ifade ediyordu: “Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. Kalbi sizin için titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.”6 İnsanlık, böyle bir kimsenin kendisine Peygamber olarak gönderilmiş olmasından dolayı ne kadar şükretse azdır. Bunu batılı bir düşünür bile itiraf ediyor: “Hz. Muhammed’in insan olması itibariyle, bütün insanlık muhakkak iftihar eder. Çünkü O Zât, ümmî olmasıyla beraber, on üç asır evvel öyle kanunlar ve esaslar getirmiş ki, biz Avrupalılar iki bin sene sonra onun kıymetine ve hakikatine yetişsek en mesut, en saadetli nesiller oluruz.”7 Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, vahyin önderliğinde insana, topluma ve tüm ictimai hayata dair hükümlerle, bedevi toplumu aldı ve onlarla öyle bir medeniyet inşa etti ki, bugün o medeniyeti mumla arıyoruz. O medeniyetin tesiri ile Dünya, Müslümanların öncülüğünde 13 asır hak ve adaletle tanıştı. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu medeniyetin temellerini atarken tek kişi idi. Etrafındaki bir avuç akide birliği ile kenetlenmiş dava kardeşleriyle 13 yıllık çileli ve mücadele dolu yıllar geçirdiler. Kolay olmuyordu. Nasıl olsun ki? Asrı Cahiliye’yi Asr-ı Saadet’e dönüştürmek, bedeviyetten medeniyete uzanmak sancılı bir süreçti. Nice fırtınalardan geçtiler, nice badireler atlattılar. Sonunda zorluklara karşı sabırla, azimle ve sapasağlam imanla direndiler, sebat ettiler. Yetmedi, işkencelere uğradılar, yetmedi ambargolara maruz kaldılar. Ama tüm bunlara karşı dik duruşlarını bozmadılar, dinden taviz vermediler.

Gelen Mekki ayetlerde iman, sabır ve sebat konuları işleniyor, mücadele örnekleri ile anlatılan geçmiş peygamber kıssaları onların mücadele azmini kamçılıyordu. Gelecekte bu medeniyetin parlak günlerinde halifelik yapacak Ebubekirler, Ömerler, Osmanlar ve Aliler (Allah hepsinden razı olsun) bu zorlu süreçten geçiyor, olgunlaşıyor ve yükseliyorlardı. Tüm bu süreçlerden geçilerek Medine’de kurulacak İslam Devleti için atılan hicret adımı, İslam Medeniyeti için milat sayılmış ve bu tarih Hicri takvime de başlangıç olmuştur. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in önderliğinde kurulan saadet asrı ile cahiliye asrı arasında sonsuz uçurumlar vardır. Çünkü Asr-ı Saadet’in temelinde Tevhid, Asr-ı Cahiliye’nin temelinde ise şirk vardır. Tevhid ile şirk arasında da sonsuz uçurum vardır, aynı paydada buluşmaları mümkün değildir. Asr-ı Saadette insan; Rabbinin kulu, yalnız O’nun önünde eğilen başka da kimsenin önünde eğilmeyen bir muvahhiddir. İnsanlar kadınından erkeğine bir tarağın dişleri gibi eşit, üstünlük ölçüsü de ırk, renk, makam ve mevki değil takvadır. Asr-ı Saadet toplumunda, zengin-fakir kesimler mevcut olsa da bunlar iman kardeşliği bağıyla bağlandıkları için kalplerinde birbirlerine nefret duymazlar, bunu üstünlük ve düşüklük ölçüsü görmezlerdi. İslam toplumunda sınıflaşma ve sınıfsal çatışmalar söz konusu değildir. Bu toplumun yöneticileri ehil olanlardan ve dini en iyi bilip, yaşayanlardan seçilmişlerdir. Asr-ı Saadet’in yöneticileri ile halkın kılık-kıyafeti arasında farklılık yoktu. Hatta çoğu zaman Raşit halifelerin normal halktan daha sade elbiseler giydikleri bilinmektedir. Hz. Ömer Radıyallahu Anh bir gün Cuma namazına gecikmişti. Gelip minbere çıktığında cemaatten özür diledi ve şöyle dedi: “Gecikmemin sebebi gömleğimi yıkamış olmamdır, giyecek başka gömleğim olmadığı için kurumasını bekledim, bu yüzden geciktim.”8 Asr-ı Saadet’te had cezaları herkese uygulanır, asla hak ve adaletin dışına çıkılmazdı. Mekke’nin Fethi sırasında soylu bir kadın (Fâtıma binti Esved) hırsızlık yapmış, eli kesilmesin diye aracılık yapılmasına rağmen yine de eli kesilmiş, böylece gelecek nesillere Allah’ın hadleri karşısında kim olursa olsun torpil yapılamayacağı mesajı verilmiştir. Asr-ı Saadet toplumunda dünya ve ahiret dengesi kurulmuş, dünyadaki zamanın kıymetli olduğu, buna mukabil dünya nimetlerinin ise birer geçimlik olduğu üzerinde durulmuştur. Hedefin Allah Celle Celaluhu’nun rızası olması gerektiği, bütün hayatın bu hedef doğrultusunda dizayn edilmesi gerektiği vurgulanmıştır.

Sonuç olarak Asr-ı Saadet, daha değinemediğimiz birçok yönüyle mükemmel bir dönemdir ve o dönemde kurulan İslam Medeniyeti, buhranlardan kurtulmak isteyen bugünün insanının da özlediği ve gerçekleştirmek istediği medeniyet olmalıdır. Her dönemde Asr-ı Cahiliye, Asr-ı Saadet’e dönüştürülmelidir, çünkü cahiliye sadece VI. asra özgü değil, Allah’ın hükümlerinin geçerli olmadığı her yerdedir.

1) Hadid, 9. 2) Â’raf, 158. 3) Mâide, 18. 4) Bakara, 80; Âl-i İmran, 24. 5) Nedvi, Rahmet Peygamberi, s. 6) Tevbe, 128 7) Shebol, 1927 Hukuk Kongresi Başkanı 8) Halid Muhammed Halid, 5 Reşat Halife, s.189.