Bir şeyler var değiştirmemiz gereken

Her görüntü, her ses, her bakış olağanüstü olsa da bir felaket filminin platosunda değiliz. Ve her şey, deprem vesilesiyle devletle son imtihanımız da mucizevi bir iyilik hali ihtimaline çok uzak düştü. Bu nedenle, bir şeyler var değiştirmemiz gereken. Utanmayı unutacak kadar çürümüş düzeni değiştirmek için yapılacak işler var daha. Deprem bölgesindeki binaların bir kısmının pencereleri, … Bir şeyler var değiştirmemiz gereken Devamı »

Eklenme Tarihi: 03 Mar 2023
5 dk okuma süresi
Güncelleme Tarihi: 03 Mar 2023
Bir şeyler var değiştirmemiz gereken

Her görüntü, her ses, her bakış olağanüstü olsa da bir felaket filminin platosunda değiliz. Ve her şey, deprem vesilesiyle devletle son imtihanımız da mucizevi bir iyilik hali ihtimaline çok uzak düştü. Bu nedenle, bir şeyler var değiştirmemiz gereken. Utanmayı unutacak kadar çürümüş düzeni değiştirmek için yapılacak işler var daha.

Deprem bölgesindeki binaların bir kısmının pencereleri, balkonları, duvarları patlamış, dağılmış, yere saçılmıştı. Depremin vurma şiddetini anlatan vahşi manzara ürkütücüydü.

Boşlukta salınan perdeler rüzgârla havalandıkça evlerin içi görünüyordu.

Evin içi mahremiyetti. İnsan bakmaya utanıyordu. Ancak esas tiksinerek bakmamız gereken yıkılmış, yerle yeksan olmuş binaların müsebbipleriydi. Kumdan, demirden, çimentodan çalanlar, kaçak kat çıkanlar ile bütün bu ahlaksızlığa müsaade ederek katmerli ahlaksızlık yapanlardı.

Onca yıkıntının içinde aldığı darbelere rağmen yıkılmadan ayakta kalabilmiş binalara minnetle sarılma hissi yerleşiyordu insanın içine. Çünkü patlamış duvarlarına rağmen ayakta durabilmiş binalar, hiç kimsenin canını almadı, diye düşünüyordu insan.

Mucize mi bu binalar? Hayır. Sadece depreme biraz daha dayanıklı yapıldıkları için ayakta durabilmişlerdi.

*

Upuzundu cadde. Gece karanlık ve soğuktu. Hiçbir evde ışık yoktu. Hiçbir evden televizyon sesi sızmıyordu dışarıya. Caddeyi ikiye ayıran süslü bariyer yer yer kırılmıştı, kim bilir kim tarafından. Bariyerin öte yanındaki enkazın başında insanların karaltısı seçiliyordu. Gece ve şehir, ağır iş makinelerinin ve jeneratörlerin gürültülü hakimiyetine teslim olmuştu.

Bariyerlerin bu tarafında da insanlar vardı. Kimisi battaniyelere sarılmış, ateşin yanı başında oturuyordu. Kimisi bilinçsizce ortalıkta dolanıyordu. Kimse konuşmuyordu, yanındakinin yüzüne bakmıyordu. Hepsi süsünü kaybetmiş bariyerin ötesindeki enkaza bakıyordu.

Depremden sonra enkaz altında kalan yakınlarını kurtarmaya çalışmışlardı. Önce elleriyle, sonra ellerine geçirebildikleri kazma, kürek, balta gibi aletlerle beton blokları kazmış, sesini duydukları yakınlarına ulaşmaya çalışmışlardı. Yorgun düşmüşlerdi. Günler sonra yardıma gelen ekipler onları bariyerin öte yanına gönderdiğinde, acıdan ve kederden yorgun düşmüşlerdi.

Umutları kırılmıştı çünkü enkazdan sesler veren kalmamıştı artık. Yine de mucize neden olmasın? Battaniyelere bir mucizeye sarılır gibi sarılmışlardı.

*

Cadde upuzundu. Cadde boyunca ateşlerin etrafında kümelenmiş insanlar sessizce enkaza bakıyorlardı. Karanlık gecede her kıpırtı, her ses, her insan silueti bir felaket filminin platosu gibiydi. Bir felaketin, bir kabusun, bir duygusal yıkımın içinde değildik. Böyle düşünüyordum. Böyle düşünerek başkalarının acısına bakıyor, notlar alıyor, bu notları bir şekilde başkalarına ulaştırmanın imkanlarını araştırıyordum. Bir felaket filminin platosunda olduğunu düşünmek, hatta bu filmde kendine rol biçmek insanı ayakta tutuyordu. “Daha yapılacak işler var.”

Daha yapılacak işler için duvarları patlamış, kolonları sağlam binalar gibi insanın acısına bakmak, ileride bilinçaltını harap edeceği muhakkak bir savunma biçiminden başka nedir ki.

Upuzun caddede, ateşlerin etrafında kümelenmiş insanlar enkazlara bakıyorlardı. Ateşin külleri üstlerine yağıyordu. Battaniyeler ve ateş, insanın etini ısıran soğuğa çare olamıyordu. Uykusuzluktan, yorgunluktan oracığa yığılmış insanlar bir süre sonra korkuyla gözlerini açıyor, enkazlara bakıyorlardı.

Dertlerini anlatacak kimse yoktu etraflarında. Kimsesizlik hali ağır bir yılgınlık gibi çökmüştü içlerine. “Devlet gelmedi.”

Vergileriyle ayakta tuttukları devlet kurumu ile oylarıyla iktidar yaptıkları şahsiyetleri bekliyorlardı. Devleti ve iktidarı bekleme halleri bir hak talebinden ziyade, içselleştirdikleri hamasi nutuklara figan ve isyan biçimindeydi. Devlet kurumlarıyla yaptıkları sözleşme, hukuki ve duygusal olarak enkaz altında kalmıştı. Bir mucizenin öznesi gibi çıkıp gelmemişti devlet. Enkazdan insan çıkarmakta gecikmişti. Enkaz altından duyulan sesler, saatler ilerledikçe birer birer kesilmişti.

Mucize uzak bir ihtimaldi artık.

*

Şehrin simgelerinden saat kulesi 04:17’de durmuştu. Devletin refleksi de o saatte durmuştu. Enkazdan insan çıkaramamıştı. Enkazdan çıkarılanları tedavi etmekte yetersiz kalmıştı. Bir şekilde sağ kalanlara bir tas çorba vermekte, bir çadır ulaştırmakta geç kalmıştı. Felaket büyüktü ama devlet, yaslı insanların başını yaslayacağı bir omuz bile olamamıştı.

Bu arada onlarca genç kadın ve erkek, depremzedelere her türlü desteği sunuyordu. Derken devlet geldi. Öfkeliydi.

Gece gündüz çalışan insanlara minnet duymuyordu. Edasında şefkat yoktu. Bakışlarında sevgi, sesinde saygı yoktu. Mevcudiyetini onlarca askerle sağladığı tehdit üzerine inşa etmişti. Binlerce insanın dişinden tırnağından biriktirip gönderdiği yardım malzemelerine el koyuyordu.

Devlet, aldığı notların icabına yerine getiriyordu. Devletin aracı, günler sonra, 3-4 hanesi ayakta kalabilmiş köyde tur atıyor, “Enkaz altında kimse var mı?” diye anons ediyor, kimseye dokunmadan geçip gidiyordu.

Depremde evi yıkılan ya da ağır hasar alan insanlar çadıra ulaşamıyordu. Bağış toplayan ve ana görevi afetzedelere yardım olan kurum, bir başka kuruma deprem günü çadır satıyordu. Okulda Kızılay Kolu Başkanlığı yapmış insanlar ne düşünüyor bu durum karşısında, bunu bilmek mümkün değil belki. Ancak depremzedeler soğuktan titrerken çadır satma işini yapan zatın zerre kadar hicap duymadığı aşikar.

“Devlet gelmedi” diyenler için devlet, utanmak nedir bilmez bir güruh olarak peyda oluyordu.

*

Eski bir uzun yol şoförüydü yaşlı adam. Her şeyini kaybetmişti depremde. Bir form doldurtuyordu genç bir kadına. Devlet kayıplarını karşılayacaktı. Zararının karşılanacağına dair hiç umudu yoktu. “70 yılda yaptığım her şey gitti. Yeni bir ev için 70 yıl daha çalışmam lazım.” Böyle diyordu ve genç kadına “Halıları da yaz” diye ekliyordu.

Şair Hicri İzgören’in evi ağır hasarlı. Eve girmesi yasaklanmış. Yine de 10 büyük boy çuval almış, yarım saatliğine eve girmesine izin verilse, kitaplarını kurtaracak. “Çamaşır makinesinin peşine mi düşeceğim?” diyor. 50 yılda okunmuş, yazarı tarafından imzalı, artık baskıları olmayan kitaplar. “Daha ne kadar yaşayacağım ki. Bizim belediyelere vereceğim kitapları” diyor…

*

Dönüp dolaşıp upuzun caddeye geliyorum. Süslü korkuluğu yer yer kırılmış caddeye, caddenin simgelerinden saat kulesine, ateşlerin etrafında öbeklenmiş, bir tas çorba ile bir çadıra ulaşamamış, “Devlet gelmedi” diye yakınan insanlara…

Her görüntü, her ses, her bakış olağanüstü olsa da bir felaket filminin platosunda değiliz. Ve her şey, deprem vesilesiyle devletle son imtihanımız da mucizevi bir iyilik hali ihtimaline çok uzak.

Bu nedenle, bir şeyler var değiştirmemiz gereken. Utanmayı unutacak kadar çürümüş düzeni değiştirmek için yapılacak işler var daha. Ne de olsa her şey “Uy Havar” makamında: “Düşün, uzay çağında bir ayağımız,/Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri” (Ahmed Arif, Uy Havar).