İşte Furkan Nesli Dergisi'nde bulunan "Büyük Marmara Depreminin Yıldönümünde" başlıklı yazı;
17 Ağustos’ta olan ‘Büyük Marmara Depremi’ sonrasında, Muhterem Alparslan Kuytul Hocamızın organizesiyle, âfetten 17 gün sonra deprem bölgesini ziyarete gittik. 17 gündür televizyonlardan öyle korkunç manzaralar izliyorduk ki, yaklaşık bin kilometre uzağımızda yaşanan bu felakete duyarsız kalamadık. Gittik, gördük, depremin ve sonrasında yaşanan travmanın, felaketin televizyon ekranına yansıyandan çok daha vahim olduğunu müşahede ettik.Yolculuğa çıkmadan önce depremzede kardeşlerimize, battaniye ve para yardımı yapabilmek için bir yardım seferberliği başlattık. Toplanan emanetleri de yanımıza alarak 3 Eylül 1999 tarihinde gece saat 24.00’da iki minibüsle yola çıktık. İlk durağımız Adapazarı… Ya Rabbi!… Adapazarı’nın meşhur ‘Uzun Çarşı’sında kimi evler tuzla buz olmuş, kimi evler yan yatmış… Yepyeni evler… ‘Elveda Selim’ yazıyor, yıkık bir evin üzerinde. Bir evden bir koltuk sarkıyor, diğerinden dantelli takımlar, bir diğerinden çocuk arabası… Bir bakkal dükkânının sahibi, zayi olmayan tek sermayesi çikolataları, hayatı pahasına enkazın altından çıkarmaya çalışıyor. Enkazların arasından hayata dair öyle farklı objeler karşımıza çıkıyor ki; ‘Doç.Dr. Eyüp Sabri Türker, doktora tezinde sizleri de aramızda görmek isteriz’ yazan bir davetiye. Yolda orta yaşlı bir adam, depremden 16 saat sonra enkazdan çıkarıldığını anlatıyor heyecanla… Adapazarı bitmiş, yerle bir olmuş. Ya Rabbi azametine kurban olalım!
Bir berberin dükkanı yıkılmış, dışarıda traş ediyor insanları. Yaşlı bir amca ağır hasarlı bir binada namaz kılıyor, namazın bitiminde ‘çok şükür Ya Rabbi’ diyor.
4 Eylül saat 18.00’de Akmeşe köyünde, Uzun Çiftlik Camiinde ikindi namazı molası veriyoruz. Ancak ne yazık ki namazı kılamadan ayrılıyoruz, çünkü cami ağır hasarlı olduğu için içine girilemiyor.
5 Eylül saat 07.15’te gece çadırlarda kaldığımız İzmit Köseköyü’nden ayrılıyoruz. Depremzedeler her yerde olduğu gibi Köseköy’de de parklardaki çadırlarda kalıyorlar. Gece boyunca çadırda köylülerle sohbet ettik. Bazen depremi, bazen dünyanın boş olduğunu, dalmamak- aldanmamak gerektiğini konuşarak sabahı sabah ettik. Dünyanın en sıcak insanlarının yaşadığı, ölümü ayne’l yakin yaşamış Köseköylüler…
‘Kullar köyü’ tuzla buz…
İzmit körfezinin yanındayız. Artık birbirimize: ‘Şuraya bak… Bak burası da yıkılmış…’ gibi sözler söylemiyoruz; çünkü her yer yıkık.
Sabah 07.50’de Gölcük’teyiz. Her yer yıkıntılarla dolu. Kocaman apartmanlar adeta kağıttan evler gibi buruşmuş, üst üste istiflenmiş. Apartmanların her bir katı birbirine yapışmış, 10 katlı bir apartman tek katlı evden daha küçük hale gelmiş.
Gölcük, terk edilmiş bir virane… Yine bir evin üzerinde bir not: ‘Biz iyiyiz Aysun.’
Gölcük’te, ‘Deniz Üssü Komutanlığı’ depremin merkez üssü… Aslında bu şehir, herkesin yaşamak isteyeceği, yeşille mavinin birleştiği fevkalâde bir şehir… Şimdi ise kimsenin kalmak istemeyerek terk ettiği bir şehir olmuş. Ölü ve ölüm kokusu şehrin her yanına sinmiş. Depremde en büyük hasarı Gölcük almış. Gölcük’te resmi rakamlar her ne kadar daha az gösterse de, yaklaşık 20 ile 35 bin arasında kişinin öldüğünden bahsediliyor.
Saat 09.00’da Karamürsel’den geçiyoruz. Sanki cennetten bir köşe… Ama burada yaşayanlar için cehennem olmuş. Şehirde derin bir sessizlik hâkim.Saat 09.30’da Yalova’ya girdik. Ya Rabbi bu şehri ne kadar güzel yaratmışsın! Güzelim evlerin olduğu, düzenli bir şehir. Ancak depremden sonra adete hayalet şehir görüntüsünde… İnsanlar saray gibi evlerini terk etmiş. O meşhur, üzerine kireç dökülmüş toplu mezarlığı görüyoruz. Çok hazin ve çok ibretlik sahneler… Saat 11.50’de Yalova’dan ayrılıyoruz.
İki gündür yollardayız. Hayatı- ölümü, varlığı- yokluğu derinden anlayabiliyoruz. Ve aslında insanın saniyeler içerisinde nasıl koca bir hiçe dönüştüğünü idrak edebiliyoruz.
Dönüş yolunda tekrar Gölcük’e uğruyoruz. Yine bir evin üzerinde boya ile yazılmış bir not: ‘Erol seni merak ettik – Semih.’
Yolda bir adam, evi- dükkânı yıkılmış. Bizi görünce yanımızdan söylene söylene geçiyor: ‘Biz hak ettik, biz kudurmuş köpeklere dönmüştük… Biz daha fazlasını hak ettik…’ diyor.
Genç bir gelin anlatıyor: ‘Gölcük son dönemlerde çok kötüydü. Ben köyde oturuyorum. Gölcük’e her geldiğimde bir haramın haberini duyuyordum. Falan filanın kocasıyla kaçmış vs. vs.’
Buraların insanları ‘kıyametin provası’ ismini vermiş felakete.
Gölcük meydanındaki saat, deprem olmadan 2 dakika önce yani, saat 03.00’da durmuş.
Çocuklar, kadınlar, şehrin meydanına dağ gibi yığılmış yardım kıyafetlerinden, işe yarayanları seçmeye çalışıyorlar. Verenler işe yaramayanları verdikleri için, iyisini seçmekte bir hayli zorlanıyorlar.
İzmit Derince’de çok ağır bir ölü kokusu var. Ölenlerin kokmaması için kullanılan meşhur büyük buz pistini görüyoruz. Her taraf yıkık…
Dönüş yolunda Köseköy’e tekrar uğruyoruz. Uzun saçlı gençler, küçük kız çocukları namaza başlamış, 4-5 yaşındaki kız çocukları dahi başlarını örtmüş, hanımlar deprem anının dehşetini, o anı yaşar gibi anlatıyorlar.
Gece Adapazarı daha bir ürkütücü… Gece, felaket daha da bir felaket görünüyor.
İnsan, şehirdeki terk edilmişliği görünce, 15-20 gün önce burada birilerinin yaşadığına inanamıyor; sanki orada birileri yaşamış ama üzerinden asırlar geçmiş gibi hissediyor. Rabbimin bir emriyle, 45 saniyede, insanların ve şehirlerin hayatının nasıl da değişebileceğini anlıyorsun. Bütün varlığımızın aslında yok olduğunu, hiçbir şeyin bize ait ve kalıcı olmadığını, hakka’l yakîn anlamış insanlara bakıp, ayne’l yakîn anlıyorsun.
Ve kurtulduğu halde değişmeyenleri, hayatlarını zerre kadar değiştirmeyenleri, bu büyük felaketten dahi ibret almayanları görüyorsun.
“… Ya Rabbi bizi dünyaya tekrar gönder… ki geride bıraktığımız dünyada salih amellerde bulunalım”1 diyenlere, Rabbimin: “… Şayet dünyaya geri gönderilseler, sakındırıldıkları şeylere şüphesiz yine dönecekler…”2 cevabını vermesinin hikmetini anlıyorsun.
Dönüş yolundayız… Hocamız, yanımızda getirdiğimiz battaniye, çeşitli yardım malzemeleri ve bir miktar parayı, deprem bölgesinde yardım çadırları kurarak halka destek olan, güvenilir bir yardım kuruluşuna teslim edip, bu kardeşlerimizin gerçek muhtaçları daha iyi tespit edeceğini ve doğru yere ulaştıracağını düşündüğü için onlara teslim ettiğini izah etti.
Dönüş yolunda Muhterem Hocamız bu yolculuktan ibretler çıkararak, bizimle bunları paylaştı.
Hocamız, öncelikle böyle afetlerde yaşanılan şoku çabuk atlatıp, hemen organize olmanın ne kadar önemli olduğunu anlattı. Ve bir hadisle, bu büyük afetin sebeplerinden bahsetti. “Zeynep validemiz soruyor: ‘Ya Rasulallah! İçimizde bu kadar salih insan varken, Allah bize musibet verir mi? Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Elbette verir. Eğer fısk-ı fücur çoğalırsa musibetler gelir” buyurdu. Bu hadisi söyleyen Hocamız, ‘günah umumileşince, bela da umumileşir; günah alenileşirse, bela da alenileşir ve yine Efendimiz’in bildirdiğine göre ‘emri bil maruf-nehyi anil münkeri’ bırakmak da musibeti çeker’ diyerek böyle âfetlerin manevi sebeplerinden bahsetti.
7.5 şiddetinde gerçekleşen Körfez depreminde, resmi verilere göre 20 bin, gayr-ı resmi –aslında gerçek- verilere göre 50 bin ile 100 bin (CNN İnternational’a göre 100 bin) arasında insan, hayatını kaybetti. Binlerce insan sakat, on binlerce insan evsiz kaldı. Depremin psikolojik etkisi ise yıllarca devam etti.
Biz de Adana’da yakın zamanda, orta şiddette, (5.2) can ve mal kaybına sebep olmayan bir deprem yaşadık. Depreme Vakıf binasında, tam da Hocamızla namaz kılarken yakalanan kardeşlerimizin anlattığına göre, Hocamız bu depremden de büyük ibretler çıkardı. Muhterem Hocamız yatsı namazını kıldırırken aslında Âdiyat Suresini okumayı planlarken bir anda karar değiştirip Zilzal Suresini okumaya başlıyor. Zilzal Suresinin ilk ayeti olan “Yeryüzü şiddetli bir depremle sarsıldığı zaman” ayetini okur okumaz, bina sallanmaya başlıyor. Hocamız, sesinde en ufak bir değişiklik olmadan sureyi okumaya ve namazı kıldırmaya devam ediyor. Daha sonra kardeşlerimize: ‘Depremler bana Allah’ı hatırlatıyor, O’na imanımı arttırıyor. Belki yüz tane kitap okusak imanımız bu kadar artmaz. Rabbimiz, toplumdaki bu kadar harama rağmen ve yerle bir edebilecek güce sahipken ‘ben sadece sallıyorum’ diyerek aslında merhametini de göstermiş oluyor’ diye duygularını anlatıyor.
Depremler, doğal felaketler insana, dünyanın ölümü olan kıyameti ve insanın kıyameti olan ölümü hatırlatıyor. İster istemez korkuyoruz… Tekrar olur mu, ne zaman olur? gibi sorular soruyoruz. Oysa ‘kıyamet ne zaman’ diye soranlara ‘sen ne hazırladığına bak’ diyen Efendimiz’in cevabından yola çıkarak, ölüme, hesaba hazırlıklı mıyız ona bakmalıyız. ‘Hayır, henüz hazır değilim’ diyorsak, nasıl öleceğimizi kafaya takmayıp, ibadetlerimize, vazifelerimize dört elle sarılıp, Rabbimizin Rahmetini de umut ederek hayatın kıymetini bilmemiz gerekiyor.
17 Ağustos’ta olan ‘Büyük Marmara Depremi’ sonrasında, Muhterem Alparslan Kuytul Hocamızın organizesiyle, âfetten 17 gün sonra deprem bölgesini ziyarete gittik. 17 gündür televizyonlardan öyle korkunç manzaralar izliyorduk ki, yaklaşık bin kilometre uzağımızda yaşanan bu felakete duyarsız kalamadık. Gittik, gördük, depremin ve sonrasında yaşanan travmanın, felaketin televizyon ekranına yansıyandan çok daha vahim olduğunu müşahede ettik.Yolculuğa çıkmadan önce depremzede kardeşlerimize, battaniye ve para yardımı yapabilmek için bir yardım seferberliği başlattık. Toplanan emanetleri de yanımıza alarak 3 Eylül 1999 tarihinde gece saat 24.00’da iki minibüsle yola çıktık. İlk durağımız Adapazarı… Ya Rabbi!… Adapazarı’nın meşhur ‘Uzun Çarşı’sında kimi evler tuzla buz olmuş, kimi evler yan yatmış… Yepyeni evler… ‘Elveda Selim’ yazıyor, yıkık bir evin üzerinde. Bir evden bir koltuk sarkıyor, diğerinden dantelli takımlar, bir diğerinden çocuk arabası… Bir bakkal dükkânının sahibi, zayi olmayan tek sermayesi çikolataları, hayatı pahasına enkazın altından çıkarmaya çalışıyor. Enkazların arasından hayata dair öyle farklı objeler karşımıza çıkıyor ki; ‘Doç.Dr. Eyüp Sabri Türker, doktora tezinde sizleri de aramızda görmek isteriz’ yazan bir davetiye. Yolda orta yaşlı bir adam, depremden 16 saat sonra enkazdan çıkarıldığını anlatıyor heyecanla… Adapazarı bitmiş, yerle bir olmuş. Ya Rabbi azametine kurban olalım!
Bir berberin dükkanı yıkılmış, dışarıda traş ediyor insanları. Yaşlı bir amca ağır hasarlı bir binada namaz kılıyor, namazın bitiminde ‘çok şükür Ya Rabbi’ diyor.
4 Eylül saat 18.00’de Akmeşe köyünde, Uzun Çiftlik Camiinde ikindi namazı molası veriyoruz. Ancak ne yazık ki namazı kılamadan ayrılıyoruz, çünkü cami ağır hasarlı olduğu için içine girilemiyor.
5 Eylül saat 07.15’te gece çadırlarda kaldığımız İzmit Köseköyü’nden ayrılıyoruz. Depremzedeler her yerde olduğu gibi Köseköy’de de parklardaki çadırlarda kalıyorlar. Gece boyunca çadırda köylülerle sohbet ettik. Bazen depremi, bazen dünyanın boş olduğunu, dalmamak- aldanmamak gerektiğini konuşarak sabahı sabah ettik. Dünyanın en sıcak insanlarının yaşadığı, ölümü ayne’l yakin yaşamış Köseköylüler…
‘Kullar köyü’ tuzla buz…
İzmit körfezinin yanındayız. Artık birbirimize: ‘Şuraya bak… Bak burası da yıkılmış…’ gibi sözler söylemiyoruz; çünkü her yer yıkık.
Sabah 07.50’de Gölcük’teyiz. Her yer yıkıntılarla dolu. Kocaman apartmanlar adeta kağıttan evler gibi buruşmuş, üst üste istiflenmiş. Apartmanların her bir katı birbirine yapışmış, 10 katlı bir apartman tek katlı evden daha küçük hale gelmiş.
Gölcük, terk edilmiş bir virane… Yine bir evin üzerinde bir not: ‘Biz iyiyiz Aysun.’
Gölcük’te, ‘Deniz Üssü Komutanlığı’ depremin merkez üssü… Aslında bu şehir, herkesin yaşamak isteyeceği, yeşille mavinin birleştiği fevkalâde bir şehir… Şimdi ise kimsenin kalmak istemeyerek terk ettiği bir şehir olmuş. Ölü ve ölüm kokusu şehrin her yanına sinmiş. Depremde en büyük hasarı Gölcük almış. Gölcük’te resmi rakamlar her ne kadar daha az gösterse de, yaklaşık 20 ile 35 bin arasında kişinin öldüğünden bahsediliyor.
Saat 09.00’da Karamürsel’den geçiyoruz. Sanki cennetten bir köşe… Ama burada yaşayanlar için cehennem olmuş. Şehirde derin bir sessizlik hâkim.Saat 09.30’da Yalova’ya girdik. Ya Rabbi bu şehri ne kadar güzel yaratmışsın! Güzelim evlerin olduğu, düzenli bir şehir. Ancak depremden sonra adete hayalet şehir görüntüsünde… İnsanlar saray gibi evlerini terk etmiş. O meşhur, üzerine kireç dökülmüş toplu mezarlığı görüyoruz. Çok hazin ve çok ibretlik sahneler… Saat 11.50’de Yalova’dan ayrılıyoruz.
İki gündür yollardayız. Hayatı- ölümü, varlığı- yokluğu derinden anlayabiliyoruz. Ve aslında insanın saniyeler içerisinde nasıl koca bir hiçe dönüştüğünü idrak edebiliyoruz.
Dönüş yolunda tekrar Gölcük’e uğruyoruz. Yine bir evin üzerinde boya ile yazılmış bir not: ‘Erol seni merak ettik – Semih.’
Yolda bir adam, evi- dükkânı yıkılmış. Bizi görünce yanımızdan söylene söylene geçiyor: ‘Biz hak ettik, biz kudurmuş köpeklere dönmüştük… Biz daha fazlasını hak ettik…’ diyor.
Genç bir gelin anlatıyor: ‘Gölcük son dönemlerde çok kötüydü. Ben köyde oturuyorum. Gölcük’e her geldiğimde bir haramın haberini duyuyordum. Falan filanın kocasıyla kaçmış vs. vs.’
Buraların insanları ‘kıyametin provası’ ismini vermiş felakete.
Gölcük meydanındaki saat, deprem olmadan 2 dakika önce yani, saat 03.00’da durmuş.
Çocuklar, kadınlar, şehrin meydanına dağ gibi yığılmış yardım kıyafetlerinden, işe yarayanları seçmeye çalışıyorlar. Verenler işe yaramayanları verdikleri için, iyisini seçmekte bir hayli zorlanıyorlar.
İzmit Derince’de çok ağır bir ölü kokusu var. Ölenlerin kokmaması için kullanılan meşhur büyük buz pistini görüyoruz. Her taraf yıkık…
Dönüş yolunda Köseköy’e tekrar uğruyoruz. Uzun saçlı gençler, küçük kız çocukları namaza başlamış, 4-5 yaşındaki kız çocukları dahi başlarını örtmüş, hanımlar deprem anının dehşetini, o anı yaşar gibi anlatıyorlar.
Gece Adapazarı daha bir ürkütücü… Gece, felaket daha da bir felaket görünüyor.
İnsan, şehirdeki terk edilmişliği görünce, 15-20 gün önce burada birilerinin yaşadığına inanamıyor; sanki orada birileri yaşamış ama üzerinden asırlar geçmiş gibi hissediyor. Rabbimin bir emriyle, 45 saniyede, insanların ve şehirlerin hayatının nasıl da değişebileceğini anlıyorsun. Bütün varlığımızın aslında yok olduğunu, hiçbir şeyin bize ait ve kalıcı olmadığını, hakka’l yakîn anlamış insanlara bakıp, ayne’l yakîn anlıyorsun.
Ve kurtulduğu halde değişmeyenleri, hayatlarını zerre kadar değiştirmeyenleri, bu büyük felaketten dahi ibret almayanları görüyorsun.
“… Ya Rabbi bizi dünyaya tekrar gönder… ki geride bıraktığımız dünyada salih amellerde bulunalım”1 diyenlere, Rabbimin: “… Şayet dünyaya geri gönderilseler, sakındırıldıkları şeylere şüphesiz yine dönecekler…”2 cevabını vermesinin hikmetini anlıyorsun.
Dönüş yolundayız… Hocamız, yanımızda getirdiğimiz battaniye, çeşitli yardım malzemeleri ve bir miktar parayı, deprem bölgesinde yardım çadırları kurarak halka destek olan, güvenilir bir yardım kuruluşuna teslim edip, bu kardeşlerimizin gerçek muhtaçları daha iyi tespit edeceğini ve doğru yere ulaştıracağını düşündüğü için onlara teslim ettiğini izah etti.
Dönüş yolunda Muhterem Hocamız bu yolculuktan ibretler çıkararak, bizimle bunları paylaştı.
Hocamız, öncelikle böyle afetlerde yaşanılan şoku çabuk atlatıp, hemen organize olmanın ne kadar önemli olduğunu anlattı. Ve bir hadisle, bu büyük afetin sebeplerinden bahsetti. “Zeynep validemiz soruyor: ‘Ya Rasulallah! İçimizde bu kadar salih insan varken, Allah bize musibet verir mi? Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Elbette verir. Eğer fısk-ı fücur çoğalırsa musibetler gelir” buyurdu. Bu hadisi söyleyen Hocamız, ‘günah umumileşince, bela da umumileşir; günah alenileşirse, bela da alenileşir ve yine Efendimiz’in bildirdiğine göre ‘emri bil maruf-nehyi anil münkeri’ bırakmak da musibeti çeker’ diyerek böyle âfetlerin manevi sebeplerinden bahsetti.
7.5 şiddetinde gerçekleşen Körfez depreminde, resmi verilere göre 20 bin, gayr-ı resmi –aslında gerçek- verilere göre 50 bin ile 100 bin (CNN İnternational’a göre 100 bin) arasında insan, hayatını kaybetti. Binlerce insan sakat, on binlerce insan evsiz kaldı. Depremin psikolojik etkisi ise yıllarca devam etti.
Biz de Adana’da yakın zamanda, orta şiddette, (5.2) can ve mal kaybına sebep olmayan bir deprem yaşadık. Depreme Vakıf binasında, tam da Hocamızla namaz kılarken yakalanan kardeşlerimizin anlattığına göre, Hocamız bu depremden de büyük ibretler çıkardı. Muhterem Hocamız yatsı namazını kıldırırken aslında Âdiyat Suresini okumayı planlarken bir anda karar değiştirip Zilzal Suresini okumaya başlıyor. Zilzal Suresinin ilk ayeti olan “Yeryüzü şiddetli bir depremle sarsıldığı zaman” ayetini okur okumaz, bina sallanmaya başlıyor. Hocamız, sesinde en ufak bir değişiklik olmadan sureyi okumaya ve namazı kıldırmaya devam ediyor. Daha sonra kardeşlerimize: ‘Depremler bana Allah’ı hatırlatıyor, O’na imanımı arttırıyor. Belki yüz tane kitap okusak imanımız bu kadar artmaz. Rabbimiz, toplumdaki bu kadar harama rağmen ve yerle bir edebilecek güce sahipken ‘ben sadece sallıyorum’ diyerek aslında merhametini de göstermiş oluyor’ diye duygularını anlatıyor.
Depremler, doğal felaketler insana, dünyanın ölümü olan kıyameti ve insanın kıyameti olan ölümü hatırlatıyor. İster istemez korkuyoruz… Tekrar olur mu, ne zaman olur? gibi sorular soruyoruz. Oysa ‘kıyamet ne zaman’ diye soranlara ‘sen ne hazırladığına bak’ diyen Efendimiz’in cevabından yola çıkarak, ölüme, hesaba hazırlıklı mıyız ona bakmalıyız. ‘Hayır, henüz hazır değilim’ diyorsak, nasıl öleceğimizi kafaya takmayıp, ibadetlerimize, vazifelerimize dört elle sarılıp, Rabbimizin Rahmetini de umut ederek hayatın kıymetini bilmemiz gerekiyor.
17 Ağustos’ta olan ‘Büyük Marmara Depremi’ sonrasında, Muhterem Alparslan Kuytul Hocamızın organizesiyle, âfetten 17 gün sonra deprem bölgesini ziyarete gittik. 17 gündür televizyonlardan öyle korkunç manzaralar izliyorduk ki, yaklaşık bin kilometre uzağımızda yaşanan bu felakete duyarsız kalamadık. Gittik, gördük, depremin ve sonrasında yaşanan travmanın, felaketin televizyon ekranına yansıyandan çok daha vahim olduğunu müşahede ettik.Yolculuğa çıkmadan önce depremzede kardeşlerimize, battaniye ve para yardımı yapabilmek için bir yardım seferberliği başlattık. Toplanan emanetleri de yanımıza alarak 3 Eylül 1999 tarihinde gece saat 24.00’da iki minibüsle yola çıktık. İlk durağımız Adapazarı… Ya Rabbi!… Adapazarı’nın meşhur ‘Uzun Çarşı’sında kimi evler tuzla buz olmuş, kimi evler yan yatmış… Yepyeni evler… ‘Elveda Selim’ yazıyor, yıkık bir evin üzerinde. Bir evden bir koltuk sarkıyor, diğerinden dantelli takımlar, bir diğerinden çocuk arabası… Bir bakkal dükkânının sahibi, zayi olmayan tek sermayesi çikolataları, hayatı pahasına enkazın altından çıkarmaya çalışıyor. Enkazların arasından hayata dair öyle farklı objeler karşımıza çıkıyor ki; ‘Doç.Dr. Eyüp Sabri Türker, doktora tezinde sizleri de aramızda görmek isteriz’ yazan bir davetiye. Yolda orta yaşlı bir adam, depremden 16 saat sonra enkazdan çıkarıldığını anlatıyor heyecanla… Adapazarı bitmiş, yerle bir olmuş. Ya Rabbi azametine kurban olalım!
Bir berberin dükkanı yıkılmış, dışarıda traş ediyor insanları. Yaşlı bir amca ağır hasarlı bir binada namaz kılıyor, namazın bitiminde ‘çok şükür Ya Rabbi’ diyor.
4 Eylül saat 18.00’de Akmeşe köyünde, Uzun Çiftlik Camiinde ikindi namazı molası veriyoruz. Ancak ne yazık ki namazı kılamadan ayrılıyoruz, çünkü cami ağır hasarlı olduğu için içine girilemiyor.
5 Eylül saat 07.15’te gece çadırlarda kaldığımız İzmit Köseköyü’nden ayrılıyoruz. Depremzedeler her yerde olduğu gibi Köseköy’de de parklardaki çadırlarda kalıyorlar. Gece boyunca çadırda köylülerle sohbet ettik. Bazen depremi, bazen dünyanın boş olduğunu, dalmamak- aldanmamak gerektiğini konuşarak sabahı sabah ettik. Dünyanın en sıcak insanlarının yaşadığı, ölümü ayne’l yakin yaşamış Köseköylüler…
‘Kullar köyü’ tuzla buz…
İzmit körfezinin yanındayız. Artık birbirimize: ‘Şuraya bak… Bak burası da yıkılmış…’ gibi sözler söylemiyoruz; çünkü her yer yıkık.
Sabah 07.50’de Gölcük’teyiz. Her yer yıkıntılarla dolu. Kocaman apartmanlar adeta kağıttan evler gibi buruşmuş, üst üste istiflenmiş. Apartmanların her bir katı birbirine yapışmış, 10 katlı bir apartman tek katlı evden daha küçük hale gelmiş.
Gölcük, terk edilmiş bir virane… Yine bir evin üzerinde bir not: ‘Biz iyiyiz Aysun.’
Gölcük’te, ‘Deniz Üssü Komutanlığı’ depremin merkez üssü… Aslında bu şehir, herkesin yaşamak isteyeceği, yeşille mavinin birleştiği fevkalâde bir şehir… Şimdi ise kimsenin kalmak istemeyerek terk ettiği bir şehir olmuş. Ölü ve ölüm kokusu şehrin her yanına sinmiş. Depremde en büyük hasarı Gölcük almış. Gölcük’te resmi rakamlar her ne kadar daha az gösterse de, yaklaşık 20 ile 35 bin arasında kişinin öldüğünden bahsediliyor.
Saat 09.00’da Karamürsel’den geçiyoruz. Sanki cennetten bir köşe… Ama burada yaşayanlar için cehennem olmuş. Şehirde derin bir sessizlik hâkim.Saat 09.30’da Yalova’ya girdik. Ya Rabbi bu şehri ne kadar güzel yaratmışsın! Güzelim evlerin olduğu, düzenli bir şehir. Ancak depremden sonra adete hayalet şehir görüntüsünde… İnsanlar saray gibi evlerini terk etmiş. O meşhur, üzerine kireç dökülmüş toplu mezarlığı görüyoruz. Çok hazin ve çok ibretlik sahneler… Saat 11.50’de Yalova’dan ayrılıyoruz.
İki gündür yollardayız. Hayatı- ölümü, varlığı- yokluğu derinden anlayabiliyoruz. Ve aslında insanın saniyeler içerisinde nasıl koca bir hiçe dönüştüğünü idrak edebiliyoruz.
Dönüş yolunda tekrar Gölcük’e uğruyoruz. Yine bir evin üzerinde boya ile yazılmış bir not: ‘Erol seni merak ettik – Semih.’
Yolda bir adam, evi- dükkânı yıkılmış. Bizi görünce yanımızdan söylene söylene geçiyor: ‘Biz hak ettik, biz kudurmuş köpeklere dönmüştük… Biz daha fazlasını hak ettik…’ diyor.
Genç bir gelin anlatıyor: ‘Gölcük son dönemlerde çok kötüydü. Ben köyde oturuyorum. Gölcük’e her geldiğimde bir haramın haberini duyuyordum. Falan filanın kocasıyla kaçmış vs. vs.’
Buraların insanları ‘kıyametin provası’ ismini vermiş felakete.
Gölcük meydanındaki saat, deprem olmadan 2 dakika önce yani, saat 03.00’da durmuş.
Çocuklar, kadınlar, şehrin meydanına dağ gibi yığılmış yardım kıyafetlerinden, işe yarayanları seçmeye çalışıyorlar. Verenler işe yaramayanları verdikleri için, iyisini seçmekte bir hayli zorlanıyorlar.
İzmit Derince’de çok ağır bir ölü kokusu var. Ölenlerin kokmaması için kullanılan meşhur büyük buz pistini görüyoruz. Her taraf yıkık…
Dönüş yolunda Köseköy’e tekrar uğruyoruz. Uzun saçlı gençler, küçük kız çocukları namaza başlamış, 4-5 yaşındaki kız çocukları dahi başlarını örtmüş, hanımlar deprem anının dehşetini, o anı yaşar gibi anlatıyorlar.
Gece Adapazarı daha bir ürkütücü… Gece, felaket daha da bir felaket görünüyor.
İnsan, şehirdeki terk edilmişliği görünce, 15-20 gün önce burada birilerinin yaşadığına inanamıyor; sanki orada birileri yaşamış ama üzerinden asırlar geçmiş gibi hissediyor. Rabbimin bir emriyle, 45 saniyede, insanların ve şehirlerin hayatının nasıl da değişebileceğini anlıyorsun. Bütün varlığımızın aslında yok olduğunu, hiçbir şeyin bize ait ve kalıcı olmadığını, hakka’l yakîn anlamış insanlara bakıp, ayne’l yakîn anlıyorsun.
Ve kurtulduğu halde değişmeyenleri, hayatlarını zerre kadar değiştirmeyenleri, bu büyük felaketten dahi ibret almayanları görüyorsun.
“… Ya Rabbi bizi dünyaya tekrar gönder… ki geride bıraktığımız dünyada salih amellerde bulunalım” (Mü’minûn 99-100) diyenlere, Rabbimin: “… Şayet dünyaya geri gönderilseler, sakındırıldıkları şeylere şüphesiz yine dönecekler…” (En’am 28) cevabını vermesinin hikmetini anlıyorsun.
Dönüş yolundayız… Hocamız, yanımızda getirdiğimiz battaniye, çeşitli yardım malzemeleri ve bir miktar parayı, deprem bölgesinde yardım çadırları kurarak halka destek olan, güvenilir bir yardım kuruluşuna teslim edip, bu kardeşlerimizin gerçek muhtaçları daha iyi tespit edeceğini ve doğru yere ulaştıracağını düşündüğü için onlara teslim ettiğini izah etti.
Dönüş yolunda Muhterem Hocamız bu yolculuktan ibretler çıkararak, bizimle bunları paylaştı.
Hocamız, öncelikle böyle afetlerde yaşanılan şoku çabuk atlatıp, hemen organize olmanın ne kadar önemli olduğunu anlattı. Ve bir hadisle, bu büyük afetin sebeplerinden bahsetti. “Zeynep validemiz soruyor: ‘Ya Rasulallah! İçimizde bu kadar salih insan varken, Allah bize musibet verir mi? Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Elbette verir. Eğer fısk-ı fücur çoğalırsa musibetler gelir” buyurdu. Bu hadisi söyleyen Hocamız, ‘günah umumileşince, bela da umumileşir; günah alenileşirse, bela da alenileşir ve yine Efendimiz’in bildirdiğine göre ‘emri bil maruf-nehyi anil münkeri’ bırakmak da musibeti çeker’ diyerek böyle âfetlerin manevi sebeplerinden bahsetti.
7.5 şiddetinde gerçekleşen Körfez depreminde, resmi verilere göre 20 bin, gayr-ı resmi –aslında gerçek- verilere göre 50 bin ile 100 bin (CNN İnternational’a göre 100 bin) arasında insan, hayatını kaybetti. Binlerce insan sakat, on binlerce insan evsiz kaldı. Depremin psikolojik etkisi ise yıllarca devam etti.
Biz de Adana’da yakın zamanda, orta şiddette, (5.2) can ve mal kaybına sebep olmayan bir deprem yaşadık. Depreme Vakıf binasında, tam da Hocamızla namaz kılarken yakalanan kardeşlerimizin anlattığına göre, Hocamız bu depremden de büyük ibretler çıkardı. Muhterem Hocamız yatsı namazını kıldırırken aslında Âdiyat Suresini okumayı planlarken bir anda karar değiştirip Zilzal Suresini okumaya başlıyor. Zilzal Suresinin ilk ayeti olan “Yeryüzü şiddetli bir depremle sarsıldığı zaman” ayetini okur okumaz, bina sallanmaya başlıyor. Hocamız, sesinde en ufak bir değişiklik olmadan sureyi okumaya ve namazı kıldırmaya devam ediyor. Daha sonra kardeşlerimize: ‘Depremler bana Allah’ı hatırlatıyor, O’na imanımı arttırıyor. Belki yüz tane kitap okusak imanımız bu kadar artmaz. Rabbimiz, toplumdaki bu kadar harama rağmen ve yerle bir edebilecek güce sahipken ‘ben sadece sallıyorum’ diyerek aslında merhametini de göstermiş oluyor’ diye duygularını anlatıyor.
Depremler, doğal felaketler insana, dünyanın ölümü olan kıyameti ve insanın kıyameti olan ölümü hatırlatıyor. İster istemez korkuyoruz… Tekrar olur mu, ne zaman olur? gibi sorular soruyoruz. Oysa ‘kıyamet ne zaman’ diye soranlara ‘sen ne hazırladığına bak’ diyen Efendimiz’in cevabından yola çıkarak, ölüme, hesaba hazırlıklı mıyız ona bakmalıyız. ‘Hayır, henüz hazır değilim’ diyorsak, nasıl öleceğimizi kafaya takmayıp, ibadetlerimize, vazifelerimize dört elle sarılıp, Rabbimizin Rahmetini de umut ederek hayatın kıymetini bilmemiz gerekiyor.