Kader kelimesinin sözlük anlamı “ölçü”dür; Kur’an’da da bu anlamda geçer. Buna göre kavram, bilimsel yönden olduğu gibi itikadî yönden de şunu anlatır: Tabiatta hiçbir olay ölçüsüz, yani kuralsız, kanunsuz olarak tesadüfen, rastgele meydana gelmez. Evrende bütün oluşlar ve bozulmalar, her şey, Yüce Allah’ın zorunlu yasalarına tabidir. “O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. Kuru yaş ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır” (En‘âm suresi 6/59).
“O’nun bilgisi”, aynı zamanda O’nun yasasıdır; “kitap” da bu yasaların yazılı olduğu değişmez kayıttır. İşte bilim diliyle “doğa yasaları (tabiat kanunları)”, din diliyle Allah’ın “ilim kitabı”nda yazılı bulunan bu yasalardan başka bir şey değildir. Kadere uymak demek o yasalara uymak demektir; o yasaları bilmenin ve onlara göre yaşamanın yegâne yolu da bilimdir; gerisi safsatadır. Bilim yanılmaz; çünkü konusu ilâhî yasalardır; yanılan bizim “bilen” zihnimizdir. Kategorik olarak “Allah’ın yasasında (sünnetullah) asla bir değişme bulamazsın, Allah’ın yasında asla bir sapma bulamazsın” (Fâtır 35/43). Allah’ın “ilim kitabı”nda yazılı olan “sünnetullah”, bilim dilindeki tabiat kanunlarının dinî dille ifadesinden ibarettir.
Öyleyse Allah’ın bir yasası = bir tabiat kanunu (mesela depremin yıkım etkisi), ancak ve ancak Allah’ın bir başka yasasına = bir başka tabiat kanununa uyarak (mesela bilimsel verilere uygun binalar yaparak) önlenebilir. Allah bunu insanın seçimine bırakmıştır.
Bir yazımda Gazâlî (ö. m.1111) ve İhyâu ulûmi’d-dîn adlı eserinin Müslüman toplumlar üzerinde ne kadar etkili olduğunu belirtmiştim. Ne yazık ki bu etki bazı temel meselelerde olumsuz olmuştur. Bunlardan biri de kader anlayışıdır. Aslında Gazâlî, bir din âlimi olarak, elbette Allah yokmuş gibi bir dil kullanmaz; aksine, –Kur’an’da da bertildiği gibi- okuyucusuna “Allah bilinci” (zikrullah) ile yaşamasını, olaylara bu bilinçle bakmasını öğütler. Ama bu bakış, ilâhî/doğal yasalara uymayı da içerir. Anılan eserden aldığım aşağıdaki pasajlar, Gazâlî’nin kader, sünnetullah, tevekkül gibi dinî kavramlar ile doğa yasaları arasında yukarıda sunduğum şekilde kesin bir bağ kurduğunu gösteriyor:
“Çiftçi iyi bir tarla sahibi olur. Oraya çürüksüz, küfsüz ve kaliteli bir tohum eker. Sonra tarlanın ihtiyaç duyduğu şeyi tarlaya salar ki, o da zamanında sulamaktır. Ayrıca tarladan dikenleri, zararlı otları ve ekinin gelişmesine zarar verecek veya kalitesini bozacak her şeyi ayıklar. Bütün bunlardan sonra da ekin yetişip hasada hazır hale gelinceye kadar Allah’ın, lütuf ve keremiyle tarlasını doğal afetlerden, felaketlerden korumasını bekler. Ama bu insan kalkar suyun ulaşamayacağı yüksek yerlere, sert ve çorak toprağa tohum eker, sonra da bu topraktan bol mahsul beklerse bu tutumuna ümit değil, olsa olsa ahmaklık ve aldanmışlık denir… Şu halde ümit (reca) kavramı, sadece kulun, iradesi dâhilindeki bütün sebeplerini hazırlamış olduğu iyi bir şeyin beklentisi için kullanılırsa bu doğru bir kullanım olur” (İhyâ, çev. M. Çağrıcı, İst. 2022, IV, 206-207).
Bazen zannediliyor ki, tevekkülün anlamı, beden ile çalışıp kazanmayı, akıl ile tedbir düşünmeyi terk edip, kendini çöpe atılmış bir hırka parçası ya da kasap kütüğündeki bir et yığını haline düşürmektir. Oysa bu cahillerin kuruntusudur; zira bu dinde haramdır (aynı eser, IV, 403).
Bireysel ve kamusal işlerimizde, –hepsi de Allah’ın bize lütuf ve emanetleri olan- akıl ve vicdanımızı, dürüstlük, adalet, insan ve doğa sevgisi gibi potansiyel erdemlerimizi kullanmakla yükümlüyüz. Bunlar kullanılmayınca aptalca olan hırslarımızın tutsağı olursak, Allah’ın iyiliğimize olan yasaları yerine, kötülüğümüze sonuçlar doğuran, o yönde uyarıldığımız başka yasalarını seçmiş oluruz. Meseleyi şuraya buraya çekmeden dürüstçe itiraf edelim ki, bizde ve deprem kuşağında bulunan diğer Müslüman toplumlarda asıl sorun, çoğumuzun bu şekilde bilerek hırslarımızın tutsağı oluşumuzdur.
Şimdi nefsimize sorma zamanı: Fânî hırslarımız ve heveslerimizle elde ettiklerimiz, daha fazlasını elde etmek için çırpındıklarımız, yok olan binlerce cana, geride kalan on binlerce mazlumun gözyaşlarına, binlere çocuğun kimsesiz ve çaresiz kalışına… değdi mi? Şimdi de eskisi gibi “daha yok mu?” diyebilecek miyiz? Şimdi de “takdir-i ilâhî” deyip, her şeye kaldığı yerden devam edebilecek miyiz?
Yürekli âlim Hasan-ı Basrî’nin Risâle’sindeki net ifadeleri gösteriyor ki, bizde kader kavramı, Emevîler’den beri, zulümlerinin, hırslarının veya tembelliklerinin üstünü örtmek isteyenlerin kullandıkları bir şal olmuştur. Ama geldiğimiz dünyada bu şal bu kötülüklerin üstünü örtmeye yetmiyor.