Akit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak, iktidar cephesinden bir kesimin bazı yazılarını “Bunu topluma aktarmanın ne alemi var, yukarıdakilere söylesen” diyerek eleştirdiğini söyledi. Akit yazarı, “28 Şubat’ta biz niye sokaklardaydık. Siz yönetime geldiniz diye biz susacak mıyız şimdi. Bütün kavga sizi iktidara taşımak, makam, mevki sahibi yapmak için miydi” diye sordu.
Dilipak'ın, “Kendi aralarında konuşuyorlarmış!” başlıklı köşe yazısı şu şekilde;
Benim yazdıklarımı, “bizim dışımızdakiler” iktibas ediyor ya, bizim AKP’liler, bunu “karşı tarafa koz verme”, “kendi kendimize zarar verme” şeklinde yorumluyorlar. Ilımlılar ise, “Bunu topluma aktarmanın ne alemi var, yukarıdakilere söylesen” demeye getiriyorlar.
Kural; kişilerin ahvali şahsiyeleri ile ilgili konuları toplum önünde konuşmak doğru değil. Bu anlamda “batılın tasviri saf zihinleri idlal eder”. Toplumu ilgilendiren, toplumun leyh ve aleyhinde olan konularda toplumun bilgilendirilmesi, eleştirilerin açık olması gerekir ki, bu yanlışlıklar toplumda emsal alınıp, sirayeti engellensin. Yoksa kol kırılır yen içinde kalırsa kollar ya çolak kalır ya da kangren olur kesilir. Fitne büyümeye devam eder ve baş edilmesi güçleşir.
Siyaset vekalet müessesesidir. Vahiy, siret ve sünnet, 4 halife dönemi uygulamaları açıktır. “Isırıcı melikler” Rablik ve İlahlık iddiaları ise bizim için emsal olmaz. Maslahatı esas alan siyasi yorumlar ve Muhkemlerle çelişen Müteşabih yorumları bizim için mutlak delil oluşturmaz. Hatta, zaman, mekan ve şartlar değiştikçe hükmün yeniden yorumlanması gerekir. Yoksa İçtihad, Nas gibi algılanmaya başlar. Bizler adil şahidler olacağız. Kural bu! Hakkı söyleyeceğiz. Kınayanların kınamalarına aldırış etmeyeceğiz. Sözü dinleyecek, işe bakacak, doğrusunu kabul edip, yanlışına karşı çıkacağız, Muhatabımız Hz. Ömer de olsa böyle davranacağız. Hz. Ömer’in duası onlarla beraberdir. Bu görevimizi “kınayanların kınamasına aldırmadan” yapacağız. Hiç kimse La Yüs’el değildir. Din büyüklerimiz de dahil, hiç kimseyi mutlaklaştırmayacağız, İlah ve Rab edinmeyeceğiz.
Şimdi “Ötekiler” kendi aralarında konuşuyorlarmış: “Ya hu, bu adam ‘AKP’liler’ diye eleştirdikleri, kendi içlerinde bize benzeyen ve bize benzemeye çalışanlar. Biz bu adama destek verirken, bize yakın duranların dışlanmalarına vesile oluyoruz. Bu kendi ayağımıza kurşun sıkmak değil mi? Dilipak, aslında bize benzememeleri konusunda kendi arkadaşlarını uyarıyor, onların farklı, din ve gelenek temelli başka bir dünyaya çağırıyor”..
Birileri işi anlamış!?. Bir başkası şöyle düşünüyormuş: “Biz Dilipak’ın yazdıklarını AK Parti içindeki AKP’li dediği kesimi eleştiriyor diye alıntılıyoruz. Ama adam bu arada kendi inancını ve dünya görüşünü bizim üzerimizden kendi tabanımıza iletmiş oluyor. Adamın tesbitleri önemli, onu kullanalım derken, tamamen bizim ideoloji ve dünya görüşü dışındaki çözümlemelerini de bu vesile ile kendi tabanımıza taşıyoruz. Yani Dilipak’ın fikirlerinin farkında olmadan misyonerliğini yapıyoruz.” İyi, “ötekiler”in anladıklarını aceba, “bizimkiler” ne zaman anlayacak. Tabii, bu bizim Montessori ya da Fulbright kafalılar, CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi ile kafaları mayalanmış “içimizdekiler” anlaması kolay olmayacak! Onlar “Biz ıslah edicileriz” demeye devam edecekler, ama biz biliyoruz ki “onlar bozguncuların tâ kendileridir”. Çok yazık. Bakıyorum da, bütün bu olup-bitenlere rağmen, bütün bu gerçekleri, “gözleri var görmüyorlar, kulakları var duymuyorlar, kalpleri var hissetmiyorlar.”
“Laik” bir ülkeyiz, Avrupai “Medeni yasaları”na göre yönetiliyoruz ya,(!) o zaman bu olup bitenler karşısında sessizce köşemize çekilip oturmamızı bekliyorlar birileri. Peki 28 Şubat’ta biz niye sokaklardaydık. Siz yönetime geldiniz diye biz susacak mıyız şimdi. Bütün kavga sizi iktidara taşımak, makam, mevki sahibi yapmak için miydi. O zaman siz gidin FETÖ gelsin, onlar bu işi daha iyi yapar. O zaman geri dönün BOP’çu olun, böylece 22 İslam ülkesinin ifsadı için taşeron olun. PKK sorunu da çözülür, PYD sorunu da çözülür o zaman. Ekonomik kriz de olmaz. Onlar da zaten bunu istiyorlar. Bizi rol model olarak İslam dünyasına sunmak istiyorlar. McKinsey’den özür dileyin buyursun geri gelsinler!. (Zaten gitmemişlerdi ki)!? Çok partili döneme geçerken, bütün çaba “TSE damgalı bir din” için değil mi idi. Dün, resmi din öğretisine karşı “Bu din benim dinim değil” diye yazmamalı mı idim yoksa; bizim Yeşil Feminist, Yeşil Kemalist, Yeşil Kapitalist, Yeşil Komünist, Yeşil Liberallere göre. Bizimkilerin ötekilere benzeyenleri yanında, ötekilerden bilip, kalbi Hakk’a ve hakikata ısınanlar da yok değil bu arada. Belki gelenler, gidenlerden fazladır bu arada.
Yarım asırlık yazı hayatımda genel anlamda rüşveti kelam etmedim. Kimseye kasten zarar vermek için yazmadım ya da kalemimi menfaat karşılığı kimseye kiraya vermedim. Elbette benim de yanlışlarım oldu, olacak. İlk farkına vardığımda düzeltmeye çalıştım. Ve böyle yapmaya da devam edeceğim inşallah. Duam odur ki, Allah (cc) beni bu ikrarımla haşretsin.. Dilimin, kalbimin, kalemimin PAK olması ve öyle kalması. Yakanızdaki rozet, bu kafayla giderseniz, sizi halkın öfkesinden koruyamaz. Ve bu milletin alameti farikalarına karşı başkalarının yanında saf tutanlar yarın o statülerini ve imtiyazlı konumları ellerinden gittiğinde, korku belası pişmanlık gösterir gibi yapsalar da, bu millet onları kolay kolay affetmez, bugün dost edindikleri de onlara merhamet etmezler.
Ben ne diyorum: Şuralarda şöyle yanlışlar ve bunu içinizdeki birtakım yanlış adamlar yapıyor. Bu adamlardan uzaklaşmaz ya da onları kendinizden, o makamlardan uzaklaştırmazsanız bir yandan Allah’ın yardımından mahrum kalırsınız, öte yandan; onların yaptıkları yüzünden onların zararı size de dokunur. Siyaset “Velayet” değil, “Vekalet” müessesesidir. Hz. Ömer der ki, “Biri benim yanlışımı görür de beni uyarıp o yanlışı düzeltmese onda hayır yoktur, benden uzak dursun. O kişi beni uyarır ve yanlışın düzeltilmesi konusunda çaba göster fakat ben o söze ve kişiye itibar etmezsem, bilsin ki, artık bende hayır yoktur, benden uzak dursun.” Böyle Ömer’ler gerek bize! Selâm ve dua ile.
YeniŞafak yazarı Yusuf Kaplan ise bugünkü yazısında; "Türkiye, henüz kendine gelebilmiş değil: Ülke, urlarından kurtulmayı başaramadı hâlâ! Urlardan kastım, “derin devlet” ya da statüko" dedi.
Kaplan, "Eğitimde, kültürde kazanılamayan istiklal ve istikbal mücadelesi kaybedilmeye mahkûmdur!" başlıklı yazısında şu ifadelere de yer verdi:
“Derin devlet” dediğim statüko’nun ruhu, bu ülkenin ruhu değil elbette. Aksine asırlarca devleti şekillendirmiş ama Devlet-i Aliye çökünce, suyun yüzüne çıkarak küresel konjonktürün doğrudan veya dolaylı desteğiyle ülkeye vaziyet edecek konuma yerleşmiş ve / veya yerleştirilmiş, bu ülkenin ruhunu yok etmeye and içmiş bir şebeke. Bu ülkenin değil küresel sistemin çıkarlarını koruyan masonik, baronik bir şebeke bu. Ülkenin ekonomisine, hâriciyesine, köklü kurumlarına, bürokrasisine hâkim bir yapı.
Eğitime de bütünüyle hâkimler ve bu ülkenin kültürüyle, medeniyet iddialarıyla kavgalı ya da ilişkileri bütünüyle kopmuş mankurtlaşmış kuşaklar yetiştiren ülkedeki “yabancı” okulları, bu ülkenin kremasını yetiştiren okulları bunlar kontrol ediyorlar!
İÇERİDE KAN KAYBEDİYORUZ...
Bu ülkenin derin devletinde gedik açıldığını, dağıtıldığını düşünüyorduk; ama bu konuda mesafe katedildi mi, katedilmedi mi bilmiyorum; ama bir anlaşma yapıldığı anlaşılıyor.
Ülkenin kreması, masonik, baronik şebekelerdi; ülkenin kaymağını onlar yiyorlardı. Şimdi kaymağı az da olsa paylaştıkları anlaşılıyor.
Olan bu.
Değişen bu.
Sistemi değiştirmek için yola çıkmıştık biz; bizi sistemin kölelerine dönüştürmek üzere olduklarını, bütün ilkelerimizi, ölçütlerimizi etkisiz hâle getirdiklerini görüyor, kahroluyorum.
Kültürde bir şey yapamıyoruz; bu masonik, baronik şebeke tam anlamıyla iktidar! Nefes aldırmıyor!
Eğitimde elimiz kolumuz bağlı; en güçlü eğitim kurumları masonik şebekenin kontrolünde; eğitim bakanlığına da onlar çeki düzen veriyorlar!
Bu ülkenin bin yıllık kültürünün altı oyuluyor; bu ülkenin genç kuşakları mankurtlaştırılıyor!
Biz, bu ülkenin fikir ve oluş çilesi çeken bir avuç insanı, bu işe neşter vurulması gerekir diye haykırıyoruz, sadece! Bir avuç insanı dedim ama sadece ben miyim yoksa uykuları kaçan, sormadan edemiyorum -özür dileyerek!