Türkiye, uluslararası iklimi, sol dalgadan milliyetçi-popülist eğilimlere, kimlik hareketlerinden İslami siyasallaşmaya toplumsal ve siyasal dalgaları hızla emen bir çevre ülkesidir. Türkiye’nin çok partili rejime geçişi, yaşadığı askeri darbeler, demokrasi ve güvenlik arasındaki aks değişimleri dış dinamiklerin ve iklimin etkisinden muaf değildir. Bunlar, gerek zorunluluk hali olarak, gerek tehdit-tehlike endişesi üzerinden, gerekse güç arayışı, içi kapanma, milliyetçilik duygularını besleyerek Türk siyaseti ve toplumunu etkilemişlerdir.
Uluslararası zemin bakımından ekonomik, toplumsal ve siyasal dengelerin sarsıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Hadiseler hadiseleri çağırıyor, doku bozucu etkiler yapıyor ve yeni yapılara evriliyorlar. Arap Baharı’nın pek çok dengeyi altüst ederek hem Batı ve İslami hareketler arasında yeni bir kutuplaşmaya, örtülü savaşa start vermesi, hem son yılların en çarpıcı göç dalgasını tetiklenmesi gibi gelişmeler, tekil örnekler olmanın ötesinde, bir bütün halinde, bir dönemi ve iklimini tanımlama gücüne eriştiler.
Bunun yanında, uluslararası arena, son birkaç yıldır ülkeler-devletler arası sıcak çatışmaların ve gerilimlerin doğuşu ve artışına da tanıklık ediyor. Doğu Akdeniz’deki enerji havzaları, Türkiye-Yunanistan/Fransa arasında olduğu gibi sert karşılaşmaları tetikliyor. ABD-Çin’in Tayvan sürtüşmesi başka bir örnek. Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı, Ermenistan-Azerbaycan ve Rusya-Ukrayna savaşı pek dengeyi derinden sarsan açık sıcak çatışmalar. Bu gelişmelerin kuvvetli ve yeni bir iklim oluşturarak, devletin stratejik hesaplarını, diğer haller ve hesaplar arasında ön plana çıkardığı açık. Çatışmalar ve çatışma ihtimali; güç, silah, ulusal varoluş unsurlarını besliyor. Devlet, toplum karşısında, silah ve güvenlik, pasifik güç karşısında, genişleme ve çatışma, kültürel etkileşim karşısında alan kazanıyor. Buna paralel olarak dengeler ve algılar da kayma yaşıyor. Batı örneğin; hem kendisi ve hem Batı dışı ülkeler için bugün değerler sistemi olmaktan çok bir siyasi blok anlamı taşımaya yüz tutuyor. Bütün bunlar, milliyetçilik, göç, milli ekonomi esintileri içeriyor. Önemlisi sınırları kapalı “ulus-devlet” fikrine geri dönüşe dair ipuçları gözleniyor.
Siyasi gidişatın kuvvetli toplumsal yansımaları da oluyor. Pek çok ülkede, güçlü siyasi irade, ulusal güç ve güven arayışı tekrar siyasetin temel taşlarından birisi olmaya doğru ilerlerken, çok-kültürlü toplum fikrinin yerine tek kültür düzenini talep eden bir toplumsal irade de büyüyor. Bunun bir ucu, otoriter eğilimlere, popülist düzenlere ve meşruiyetine, sindirmesine açılıyor. Diğer ucu ise toplumlarda içi kapanma eğilimini besliyor.
Bu tabloya 2008’den itibaren çeşitli dalgalar halinde gelen ve yerleşik liberal ekonomiyi sarsan ekonomik krizleri eklemek gerekir. Son birkaç yıl içinde pandeminin ekonomik büyüme üzerinde baskısı, bunu izleyen kaçınılmaz enflasyonist politikalar veya bunun enflasyonist sonuçları, Ukrayna savaşının da tetiklediği enerji tedarik kriziyle ortaya çıkan arz enflasyonu, tüm dünyada resesyon işaretleri veriyor. İşsizliği büyüten, sınıfsal dengeleri at üst eden, güvensizlik ve endişeleri tetikleyen bir kriz olarak yaşanıyor.
Özetlemek gerekirse; dünya ufku, geleceği, bireyi açık toplumun tanımladığı, özgürlükçü değerlerin hükümran olduğu günlerden uzaklaşıyor; hatta bunlara, ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi liberalizme dair krizler yaşayarak kapalı arenalara doğru ilerliyor. Bu gidişin riski veya anlamı, devletlerden siyasete ve toplumlara uzanan otoriterleşme eğilimidir.
Türkiye’nin bunlardan etkilenmemesi, tüm bunların ülke içi kararlara, politikalara, toplumsal eğilimlere, seçmen davranışlarına yansımaması mümkün mü?