Milli Gazete yazarı Yusuf Kandemir, bugün yayımlanan yazısında Suriye'deki iç savaşı ve hükümetin Suriye politikasını ele aldı. Yanlış Suriye politikasının faturasının Davutoğlu'na
kesildiğini belirten Kandemir, Erdoğan'ın Suriye meselesindeki tutumuyla ilgili: "Katıldığı bütün mitinglerde komşudaki fitneyi iç politika malzemesi yapan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise,
meselenin artık elle tutulur bir tarafı kalmadığı için, başkanlık kampanyasında Suriye yangınını artık ağzına bile almıyor" ifadelerini kullandı.
Kandemir, yazısının ikinci kısmında ise "Muhammed Ali'nin ardından" başlığıyla, merhum boksörün kısa bir portresine yer verdi.
İşte Kandemir'in o yazısı:
AMERİKAN ÇUVALININ BAKİYESİ; KAN, GÖZYAŞI VE ZULÜMDÜR
“Namaz vakti yaklaşmaktaydı. Hemen abdestimi aldım ve hazırlandım. Kaldığım otel, Harem-i Şerif’ten birkaç kilometre uzaktaydı. Yoldan geçen ilk taksiye atladım, şoföre selam verdim ve ezan okunana
kadar beni Kâbe’ye yetiştirmesini istedim.
Mekke sokaklarındaki trafik ise hayli yoğundu. Kâbe’ye varana kadar sessizce beklemek yerine, mihmandarımla konuşup tanışmayı istedim. Şehirdeki şoförlerin de genellikle ümmetin başka
coğrafyalarından geldiğini bildiğim için, önce nereli olduğunu sorarak sohbete başladım.
Şoför Suriyeli olduğunu söyleyince tüylerim diken diken oldu. Beni Kâbe’ye götüren mihmandarım, iki yıldır fitne ateşinin cayır cayır yandığı Suriye’den geliyordu. Biraz da ürkerek, ‘Peki
Suriye’nin hâli nasıl’ diye sordum.
Önce derin bir iç çekti mihmandarım, ardından ağlamaklı bir sesle, ‘Kötü, çok kötü’ diye cevap verdi.
Sonra da tek tek anlatmaya başladı...
Ülkemde ehli küffarın bir kısmı, yani Rusya ve Çin Beşşar Esed’e...
Ehli küffarın diğer kısmı, yani Amerika ve Avrupa devletleri ise muhaliflere yardım ediyor.
Kardeşlerim ise kurban...
Kardeşlerim ölüyorlar, hep ölüyorlar. Kazanan yok.
Tek kazanan İsrail. Her iki tarafı destekleyen ülkeler sadece ve sadece Büyük İsrail Projesi için çalışıyorlar.
Aldığım bu cevaptan sonra ikimizin de gözleri nemlenmişti. Diyecek söz bulamadım. Harem-i Şerif’in önüne gelene kadar arabanın içini bir sessizlik kapladı. Araba durduğunda usulca selam verdim,
sonra da hicran içinde elini sıkarak Kâbe’nin kapısına doğru yürüdüm.”
Yandaki anlattığım olay tam üç yıl önce yaşandı. Elektronik posta kutumda yazan tarih, 2013 yılının, Haziran ayının 10’nunu gösteriyordu. O tarihte umre ziyaretinde bulunan çok yakın bir dostum,
kaldığı otele döner dönmez başından geçen bu hadiseyi yazarak benimle paylaşmıştı. Bende bir başka konuyla ilgili posta kutumda arama yaparken rastlayınca, sizinle de paylaşayım istedim.
***
Bu satırları okuduğumda Suriye’deki iç savaş ikinci yılını henüz doldurmuştu. Hayatını kaybedenlerin sayısı henüz yüz binli rakamlara ulaşmamıştı. Suriye tamamen harap edilmemiş, yanı başımızdaki
İslam ülkesi haritadan silinecek noktaya gelmemişti.
2013’ün ortalarında Suriye yangını henüz mezhep savaşına dönüşmemişti. O vakitler İran fiili olarak Suriye’ye asker göndermemiş... Rus uçakları da henüz Suriye şehirlerini bombalamamıştı.
2013’ün ortalarında “teröre karşı savaş” yalanı uydurulmamış... Amerika ve İngiliz uçakları henüz Suriye’de operasyon yapmamış... Birleşmiş Yamyamların oybirliği ile henüz Suriye toprakları
uluslararası şer odaklarının atış poligonuna çevrilmemişti.
2013’ün ortalarında AKP iktidarı ile Amerika arasında eğit-donat-ölüme yolla anlaşması henüz imzalanmamış... Kobani kuşatması henüz yaşanmamış... PYD henüz terör örgütü ilan edilmemişti.
2013’ün ortalarında Barzani’ye bağlı Peşmergelere henüz koridor açılmamış... Daha sonra PKK’lı terörist oldukları söylenen unsurlara, geçiş güzergâhındaki valilikler tarafından henüz kebaplar ve
lahmacunlar ısmarlanmamıştı.
2013’ün ortalarında Cenevre görüşmelerinin henüz ilk turu yapılmaktaydı. Suriye’nin dostları(!) denilen ülkeler henüz yeni yeni toplanıyor... AKP iktidarının yetkilileri ise, Suriye rejiminin
temsilcileriyle asla masaya oturulmamasını vaaz ediyordu.
2013’ün ortalarında stratejik derinlik(!) henüz çökmemişti. O sıralar hâlâ Yeni Osmanlı masalları anlatılıyor... Baas rejiminin üç vakte kadar yıkılacağı söyleniyor... AKP mitinglerinde ise
alkışlar ve sloganlar eşliğinde Emevi Camii’nde namaz kılınacağı müjdeleniyordu.
2013’ün ortalarında ülkemizdeki Suriyeli muhacirlerin sayısı henüz milyonları bulmamış... Akdeniz ve Ege sahilleri de henüz minicik yavruların cansız bedenleriyle dolmamıştı.
Umredeki dostumun bana bu satırları göndermesinin üzerinden tam üç yıl geçti. Suriye’deki iç savaş beşinci yılını doldurdu. Hayatını kaybedenlerin sayısı altı yüz bine ulaştı. Suriye nüfusunun
yarısından fazlası ülkesini terk etti. Bırakın orada namaz kılabilmeyi, 13 asırdır Haçlı istilasını ve Birinci Dünya Savaşı’nı dahi atlatan Emevi Camii bile yıkıldı. Devrileceği söylenen Baas
rejimi ise, dünyanın süper güçlerini de arkasına alarak eskisinden de güçlü hale geldi.
***
Kan ve gözyaşı ile dolu yılların ardından, izlenen yanlış politikanın tüm sorumluluğu üzerine atılan devrik Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun yerinde bugün yeller esiyor.
Davutoğlu’nun ardından Dışişleri Bakanlığı’na atanan Mevlüt Çavuşoğlu, hâlâ Türkiye’nin kırmızıçizgilerinin varlığından bahsediyor... Hatta bu kırmızıçizgiler hakkında Amerikan yönetiminden garanti
üstüne garanti alındığını söylüyor.
Güneydeki yeni müttefikin temsilcileri ise, sanırım AKP iktidarının kendilerine muhtaç olmasının verdiği rahatlıkla olsa gerek, Türkiye ile İsrail’in Suriye’de ortak operasyonlar yapabileceğini
anlatıyor.
Beş yılda geçirdiğimiz iki genel seçim, bir yerel seçim ve bir de Cumhurbaşkanlığı seçimi olmak üzere... Katıldığı bütün mitinglerde komşudaki fitneyi iç politika malzemesi yapan Cumhurbaşkanı
Tayyip Erdoğan ise, meselenin artık elle tutulur bir tarafı kalmadığı için, başkanlık kampanyasında Suriye yangınını artık ağzına bile almıyor.
***
Oysa Mekke sokaklarındaki Suriyeli bir taksi şoförünün bile gördüğü gerçekleri görebilmek için... Ne öyle büyük büyük bir ustalığa... Ne aman aman bir stratejik dehaya... Ne de yüz yılda bir
geldiği söylenen liderliğe hiç ihtiyaç yoktu.
Başta Suriye ve Irak olmak üzere, Afganistan’dan Libya’ya kadar hallaç pamuğu gibi atılan coğrafyamızdaki felâketleri engelleyebilmek için, ortalama bir Müslüman feraseti yeterliydi.
Lâkin müstakbel yöneticilerimiz yıllar önce Milli Görüş gömleğini yırtıp atıp, yerine de Amerikan çuvalını kafalarına geçirdikleri için, ümmetçe bütün bu belâ ve musibetleri yaşamamız da mukadder
oldu.
Muhammed Ali’nin ardından
MUHAMMED Ali’nin ardından çok şeyler yazıldı çizildi, çok şeyler anlatıldı. Amerika Başkanı Obama’dan, Avrupalı liderlere... Dünyanın en zengin iş adamlarından, en etkili kanaat önderlerine kadar
herkes, Ali’nin manevî huzurunda saygıyla eğildi. Herkes onun bıraktığı mirasa sahip çıkacağının sözünü verdi.
Peki, Cassius Clay’i, Muhammed Ali yapan sır neydi? Ali sadece iyi bir boksör müydü?
Elbette değil. Eğer öyle olsaydı, tıpkı diğer yüzlerce başarılı sporcu gibi unutulup gidecekti. Mesela yendiklerinin yanında, Ali’nin yenildiği isimler de oldu. Ama işte görüyorsunuz, bugün artık
hiçbiri hatırlanmıyordu.
Doğrusunu isterseniz Muhammed Ali, her şeyden önce şahsiyetli ve vicdanlı bir adamdı. O, ırkçı emperyalizme direnerek madalyasından vazgeçen bir semboldü. O, henüz Müslüman değilken bile, Vietnam’a
gitmeyi reddeden ve Amerikan işgalciliğinin karşısında dağ gibi duran bir savaşçıydı. O, birçoklarının uğruna her şeyini feda ettiğine şahit olduğumuz zenginlikleri elinin tersiyle itip, dört duvar
arasına girerek tüm dünyaya meydan okuyabilen bir yiğitti. Zaten o yiğitliğinin yüzü suyu hürmetine de hapishanede İslâm’la şerefyâb oldu.
Ayrıca Ali’nin arzuladığı dünya, savaşların, zulümlerin, saf kötülüğün, haksızlığın ve açlığın kol gezdiği böyle bir dünya da değildi. Ama bir de bakıyoruz, yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlarla,
bütün bu fenalıklara imza atanlarla, Ali’nin ardından methiyeler dizenler, yine aynı kimseler.
Muhammed Ali’nin ruhu şad olsun. İnşallah kendisi gibi Amerika’nın varoşlarından çıkacak vicdanlı ve onurlu şahsiyetler eksik olmasın. İnsanlık âleminin Ali gibilere gerçekten de çok ihtiyacı var.
Fakat şu bozguncu topluluk yine o bildik numaralarından birini çeviriyor, haberiniz olsun.