En Son Binalar Yıkıldı

Maraş’ta 6 Şubat’ta meydana gelen iki büyük depremin yol açtığı yıkım, can kaybı resmi rakamların ne yazık ki çok ama çok çok üstünde. Devlet’in, 99 depreminde olduğu gibi göçük altında kaldığı da net bir tespit. Cumhuriyetin 100. yılında varılan yeri özetleyecek kelime “enkaz” olabilir, “çöküş” olabilir. Siyaseten, ahlaken ve ekonomik olarak çökmüş bir devlet var … En Son Binalar Yıkıldı Devamı »

Eklenme Tarihi: 17 Şub 2023
6 dk okuma süresi
Güncelleme Tarihi: 17 Şub 2023
<strong>En Son Binalar Yıkıldı</strong>

Maraş’ta 6 Şubat’ta meydana gelen iki büyük depremin yol açtığı yıkım, can kaybı resmi rakamların ne yazık ki çok ama çok çok üstünde.

Devlet’in, 99 depreminde olduğu gibi göçük altında kaldığı da net bir tespit.

Cumhuriyetin 100. yılında varılan yeri özetleyecek kelime “enkaz” olabilir, “çöküş” olabilir. Siyaseten, ahlaken ve ekonomik olarak çökmüş bir devlet var elde.

Bu tespiti yapmak için 10 ili vuran, bilhassa üçünü yıkan depremin acı sonuçlarını yaşamak gerekmezdi. Otuz saat sonra bile devlet namına bir “şey”le karşılaşmamış, “hani devlet, nerde” diye feryat eden Hataylı, Maraşlı, Adıyamanlı bir depzemzede olmaya da gerek yoktu.

Dört arkadaş bir arabaya atlayıp, Trabzon’dan Malatya ve Adıyaman’a, 9, 10 ve 11 Şubat’ta karınca kararınca yardım ulaştırmaya gittik. Yollar, seferber olmuş, deprem bölgesine yardım götüren araçlarla, insanlarla doluydu.

Milletimizin dayanışma ruhu böyle zamanlarda kendini gösteriyor. Paha biçilmez kıymette bir imkan bu. Bu imkanın su olup hızlıca yatağını bulmasının önünde takoz olunmamalı.

Kabul etmek gerek ki bir değil iki büyük deprem üst üste geldi ve geniş bir coğrafyayı yıktı. Ne var ki bunu “asrın felaketi” diye şişirmek, “kader”, “mukadderat” diyerek “batıl” inançlara sarıp sarmalamak basit, masum bir “algı” hatası değil. Basbayağı algı yönetimi ve manipülasyon.

(Kirli bir siyasetin aparatı haline getirile getirile ayağa düşürülüyor islami kavramlar. Dibini sıyırmadığınız bir değer kaldı mı, merak ediyorum. Şimdi de çocukları dekor yapıyorsunuz milletin karşısına çıkarken. Allah’tan korkun. Masumiyetiniz varsa ortaya koyun, yoksa, çocuklardan tedarik etmeyin. Bebeğinin, çocuğunun rızasını almadan fotoğrafını paylaşıp beğeni (“like”) peşinde koşan ebeveynler gibisiniz.

Resmi rakamların en az 3-5 katı can kaybının olduğu hesap ediliyor. Bunca insanın ölümünden doğa mı sorumlu? Yağmura, kara, rüzgara kızmadığımız gibi depreme de kızamayız herhalde.

Tablo, kendi ellerimizle yapıp ettiklerimizin sonucu olduğuna göre, bu felaketin sorumlularını ortaya çıkartmak durumundayız. Tedbir alınsa idi yıkım ve can kaybı hiç değilse yüzde 90 oranında engellenmiş olurdu. Mallardan ve canlardan müteşekkil bu devasa “enkaz”ı kaldırmak için harcanan emek ve paranın 10’da 1’ini olan olmadan önce sarf ederek sağlam binalar ve şehirler inşa edilebilirdi pekala. Dünyanın en berbat ticaretini gerçekleştiriyoruz millet devlet ele ele. Cehalet ve gaflet bir arada.

Örtbas etmek, halı altına süpürmek, görmezden gelmek “gelenek görenek”lerimize uygun olsa da, hesap sormak, hesap vermek, özeleştiri yapmak, ibret almak, ders çıkarmak, özür dilemek ve yeni “kader planları”na karşı tedbir almak zorundayız. Aklın, ilmin, bilimin, hakkın ve hakikatin yolunu tutmalıyız.

Müthiş bir acı, yıkım, travma söz konusu. Büyük de bir öfke var. Bu öfkeyi üç beş çapulcu veya günah keçisi ilan edilecek müteahhit üzerine yöneltmek sağlıklı da değil adil de. Bu oyunlara gelmemek lazım.

Adalet değil menfaat üzerine kurulu kirli bir rant düzeninin sonucu imar edildi bu ucube binalar, çürük şehirler. İşin bir ayağında müteahhitler, inşaat firmaları varsa bir ayağında yerel yönetimler, öteki ayağında merkezi hükümet, nam-ı diğer, devlet var.

Yasaları müteahhitler yapmadı, imar izinleri Bim’den alınmadı! Vatandaşın güvenliğini sağlamak Devlet’in ve dolayısıyla yerel yönetimlerin sorumluluğunda değil mi?

Oktay Akbal’ın akılda kalan kitabı “önce ekmekler bozuldu”dan mülhem bu yazının başlığı: En son binalar yıkıldı.

Hukuk’a, bilime, ehliyet ve liyakata zerre saygının olmadığı bir ülkede insanlar ancak el yapımı fekaletlerden payına düşüne razı olur, çaresizce sıranın kendisine gelmesini bekler. Biz bunu hak etmiyoruz. Bu devlet bu milleti hak etmiyor.

Adıyaman’da, Adıyaman Stadının ceza sahasında, buz gibi soğukta, bir yemek çadırında oturuyoruz. Her yerden insanlar çıkagelmişler, canla başla bir yardım eli uzatmak için uğraşıyorlar. Karşımda İstabul’dan gelen bir genç oturuyor.

Sordu: “Seni nerden tanıyorum abi ben?”

İkimiz de birbirimizi bir yerden tanıyoruz ama nerden?

“Soma’ya gelmiş miydin?”

Mazlumder ile Soma’ya gitmiştik. 13 Mayıs 2014’te Soma’da 301 madenci, iş kazası, “kader”, “mukadderat”, “işin fıtratı” ile kamufle edilmiş “cinayet” sonucu can vermişti.

Bu ülkenin gençleri facialarda, enkaz başlarında, göçük etraflarında değil kitap fuarlarında, olimpiyatlarda, yurt dışı eğitim programlarında, sempozyumlarda, sinema, sanat, yazı atölyelerinde buluşmalı.

Bunun için küçük hesapların peşinde kervan yağmalamayı, pay kapmayı bir kenara bırakmamız; hak ve hukuk bilinci ile kuşanarak, büyük düşünerek, insanlığın refah ve felahına katkıda bulunmaya gayret etmemiz gerek. İşte o zaman, batı medeniyeti karşısında, içinde medeniyet kelimesi geçen bir cümle kurmaya yüzümüz olur.

18 yıl yaşadığım İstanbul’dan ayrıldıktan 6 ay sonra, 10 Ağustos 2020’de “İstanbul’dan Gitmek” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Orda, sebepler arasında “deprem” ara başlıklı bir bölüm var. Tam yerine denk geldiği için aynen alıntılamak istiyorum.

“Ben demiştim” diyecek kadar cahil değilim zira bunun böyle olacağını görmemek için kör olmak lazım.

Yalnızca, üç kuruşa nasihat almak, ibret almak, ders almak varken binlerce, elli binlerce can, milyarlarca dolar “harcadıktan” sonra ders alıyoruz ya, ona yanıyorum!

Alıyoruz, demişsem, lafın gelişi. Ders alacak mıyız, dehşet verici bedeller ödedikten sonra? İnsan aklını yitirebilir ama hayır, yine almayacağız. Alacağımıza inanmak istiyorum ama olmuyor, inanamıyorum. Her şeyi unutmayı, din dışı bir kader anlayışına sığınmayı tercih edeceğiz. İstisnalar pek bir şeyi değiştirmeyecek.

Bana, “karamsarsın”, “muhalifsin”, “anarşistsin” diyorlar, kızıyorlar. Hayır, değilim. Gerçekçi bir insan olduğumu düşünüyorum. Güzel, anlamlı, bereketli bir yaşamı hak edebiliriz.

Depremde ölenlere Allah’tan rahmet, kalanlara sabırlar, yaralılara acil şifalar diliyorum. Rabbim yaşamak yükümüzü hafifletsin, yüreklerimizi ferahlatsın, bizi iyilerle, iyiliklerle karşılaştırsın, umutlu kılsın.

“İstanbul Depremi.

Aklı olan tedbirini alır ve depreme dayanaklı bir evde oturur. Depreme dayanıklı ev, 99’dan sonra değil, 2007’den sonra inşa edilen eve deniyor. İstisnalar çoktur elbette ama bu, uzmanından alınmış teknik bir bilgi.

15 Temmuz’u yaşamış, orduya, siyasete, yargıya, diyanete filan güvenin yerlerde süründüğü bir ülkede kimse kusura bakmasın, binalara güvenmek salaklık olur. Bu ülkenin kurumları ne ki binaları ne olsun! İstanbul’da bir deprem bekleniyor ve sonuç ciddi bir yıkım olacak. 99 yılından bu yana alınan tedbirlerin on katını önümüzdeki on yıl içinde alsak vaziyet yine de parlak görünmüyor.

Olası depremde İstanbul’a dışarıdan gelecek 3000 kepçe operatörü ile anlaşma yapıldığını, sadece enkazı kaldırmanın 2 yıl alacağını belediyedeki bir dost meclisinde öğrendiğimde tüylerim diken diken olmuştu. Bu minik yazıhaneden halka seslenecek gücüm yok, olsaydı, şunu derdim: Allah’tan başkasına güvenmeyin, tevekkülden önce tedbir alın. Kim, demokrasi şehitliği gibi türedi bir deprem şehitliğinde adını levhalarda görmek ister? Vatan size minnettar olur mu sanıyorsunuz!

Depreme dayanıklı bir eve geçelim dersen, faiz üstüne faiz gibi rant üstüne rant bindiriliyor, zulüm katlanarak artıyor.

Diğer türlü, ev diye içinde bulunduğun dört duvarı eşin ve çocukların için tabut olarak görmeye başlıyorsun. Böylesi bir güvensizliği, bu denli fahiş fiyatlara satın almak, içinde bulunduğum şartlarda su katılmamış bir enayilik olarak göründü gözüme. Üstelik bunu görmezden gelecek kadar uçuk kaçık bir kader anlayışına da hayli uzaktım. Bilmenin “mutsuzluğu” içindeydim. Allah büyüktü ama gelin görün ki benim inandığım Allah öyle bir Allah değildi. Gerekirse hicret de bir ibadetti, en az kurban kadar.”