Furkan Nesli Dergisi yazarı Rumeysa Şenay Yılmaz Hocahanım son yazısında, 6 Şubat tarihinde gerçekleşen acı depremler hakkında görüşlerini kaleme aldı.
6 Şubat 2023 tarihi öyle büyük bir felakettir ki, içinde acı, öfke, çaresizlik gibi birçok durumu ve duyguyu barındırmakta. Yüz binlerce insanın hayatı, hayalleri, geçmişi, geleceği enkaz altında kalırken, ortaya çıkan reel durum acının çok ötesinde duygular yaşattı. Acının ötesi olur mu, olurmuş. Çaresizlikten kaynaklı durumlar, tarifi imkânsız duygular yaşatırmış. Bu duygular ve durumlar öyle gerçek, öyle yoğun ve öyle çok kişi tarafından yaşandı ki… Aynı gün içinde 2 büyük depremle 2 dakika içinde binlerce ocak söndü, binlerce insan yaralandı, uzuvlarını kaybetti, kalıcı hastalıklara dûçar oldu. Yüzlerce yıl unutulmayacak bir yıkım bir büyük felaket yaşandı. Resmi rakamlara göre 50 bine yakın gayrı resmi verilere göre bunun çok üstünde insan canını kaybetti. Binlerce insanın kayıp olduğundan bahsediliyor. DNA örneği verilmesine rağmen yakınının tek bir uzvunu bile bulamayan insanlar sosyal medyada feryat ediyor. Kızını, damadını ve 2 torununu kaybeden bir adam müftülüğe telefon açtığını, dördünün de cesedine ulaşılamadığını, onları kaybettiği evin enkazından taşlar alıp 4 çuvala doldurup mezara koymasının ve bu mezarlara Fatiha okumasının caiz olup olmadığını soruyor. Depremle beraber yangın çıkan köy evinde ailesinin tamamını kaybeden yaşlı adam “1 damla su yoktu, 1 kefen bulamadık, hepsini hayvanlarımı yemlediğim torbaya koydum, götürdüm, gömdüm” diye anlatıyor.
Daha nice acılar… Binlerce çocuk öksüz- yetim kaldı; binlerce anne, evlat acısı yaşadı; binlerce kadın/erkek eşini kaybetti; bazı ailelerden 20-30 bazı ailelerden 100-200 kişi hayatını kaybetti. İşin daha acı, dedim ya acıdan öte içi yakan- kavuran tarafı, bu insanların birçoğu depremden ölmedi. İçimden bağırmak geliyor; vallahi kadere değil! İnsan kıymeti bilmeyenlere! İnsanlar günlerce enkazın altında bağırdı ama kimseye sesini duyuramadı; çünkü enkazın dışında kimse onlara: ‘Sesimi duyan var mı’ diye seslenmedi. Bu konuyu deprem bölgesine ilk giden gazetecilerden Mehmet Akif Ersoy şöyle anlatıyor: “Gece bölgeye ulaştık. Enkazlardan sesler geliyordu. Elimizde hiçbir imkân yok, kurtarma ekipleri yok, daha bölgeye kimseler ulaşmamıştı. Enkaz altındakiler ayak sesimizi duymasın (adeta boş yere umutlanmasın) diye parmak uçlarıma basarak yürüdüm.” Bu nasıl bir çaresizlik Ya Rabbi. Rabbim bu depremde çaresizliğin nasıl bir acı olduğunu gösterdi bize.
6 Şubat Depremi Enkaz ÇalışmasıBir gecede 10 binlerce bina yıkıldı. Elbette bu kadar enkazın tamamına ilk saatten itibaren ulaşılması ve müdahale edilmesi mümkün değildi. Ancak bazı şehirlere 2-3 gün boyunca neredeyse hiç müdahale edilmemesi, kaybı, çaresizlikten kaynaklı acıyı/öfkeyi artırdı. Hal böyleyken bu insanların haklı tepkileri, cılız sitemleri öyle ağır hakaretlerle karşılık buldu ki, bu hakaretleri yapanlar adına utandık. Hükümeti eleştiren siyasiler dahi, bu ağır hakaretlerden nasibini aldı. ‘Din güzel ahlaktır’ buyuran bir dinin mensubu olarak, İslami cenahı temsil ettiği zannedilen, ancak öyle olmadığı milyonlarca konuda tescil edilen bir anlayışın, hayatları enkaz altında kalmış insanlara bu ağızla konuşmaları, vicdanları daha da kanattı. Türkiye böyle bir üslup, böyle bir empati yoksunluğu, böyle halktan kopuşluk ne gördü ne yaşadı.
Devlet ne için vardır? İnsanlara höt deyip azarlamak için mi? Devlet, zor zamanda insanları sarmalaması gereken kurum değil midir? İnsanlar devletin gücünü zor durumdayken görmek istemez mi? Her fırsatta güç kullanma aracı olarak, basit bir memurun dahi ‘ben devletim’ diyerek çıkıştığı bir ülkede, insanlar, devletin gerçek gücünü zor zamanda görmek istediler… Devletin gücü zayıfla uğraşırken mi ortaya çıkar veya çıkmalı; güç bir durumun veya güçlünün karşısındaki tutumuyla mı ortaya çıkar veya çıkmalı? Alparslan Kuytul Hocaefendi’ye özgürlük istemek için yürüyen 5-10 kadının arkasına tüm emniyet teşkilatını seferber eden devlet gerçekten güçlü müdür? Güçlü/kudretli devlet, halk zor zamandayken, tüm kurumlarıyla ivedilikle seferber olabilen devlettir. Devlet, millet için varsa güçlüdür, yoksa anlamı yoktur gücünün. Zayıfa karşı ortaya konulan güç, gerçek değil göstermelik güçtür. Zayıfa karşı ortaya konulan güç; gerçek/korumacı/müşfik değil, ceberut güçtür.
Deprem sonrasında bir de öyle rahatsız edici bir PR-algı çalışması yapıldı ki akla zarar. Açıklama yaparken çocukları öne dizme, kapüşonlu bir çocuğu daha da perişan göstermek için kapüşonunu açma; ‘devlet nerede diyorlar işte devlet burada’ diye twit atıp lüks arabasıyla, lüks kıyafetleriyle bölgeye gidip, yalın ayak, çorapsız, montsuz çocuğa kek, meyve suyu uzatan fotoğraf paylaşma, hangi akla hangi vicdana sığar. Bunlar halkın durumunu zerre kadar hissedebilen bir anlayışın yapacağı işler değil. Tüm bunlar aslında, ‘biz halkız, halkın içinden geldik, fildişi kulelere çekilmeyeceğiz’ diyenlerin 20 yıl içinde halktan ne kadar koptuklarının tescili oldu. Yazık çok yazık; lüks hayat, üstenci bakış ve anlayış, empati yoksunluğu, bu kesimin hakikaten içine işlemiş; artık isteseler de halkın acısını anlayamıyor, empati kuramıyorlar.
Son yılların en irrite edici siyaseti vatan-millet-bayrak siyaseti oldu. Elbette vatan, millet, bayrak sevgisi meşru ve güzel sevgilerdendir. Ancak insanlar acı çekerken bunun edebiyatını yapmak, en kötü ve dahi iğreti bir edebiyattır. Böyle bir durumda birileri bu konulardan bahsediyorsa bilinmeli ki, ya ayıplarını gizlemeye çalışıyor ya da acılara çare olma niyetini taşımıyor demektir. Vatan millet veya din soslu cümleler, eğer görevinizi yapmışsanız anlamlıdır, rahatlatıcıdır. Tevekkülden bahsetmeye hak sahibi olanlar tedbir alanlardır. Aksi halde tedbirsizlerin bahsettiği tevekkül veya kader, suçu, din kisvesiyle örtbas etmekten başka bir şey değildir. Bir de bu şekilde sorumluluğu adeta kadere atan konuşmalar, insanları dinden uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Bu büyük yıkımın suçlusu kim? 2 dakika içinde olan deprem mi bu yıkımı gerçekleştirdi? Hayır, hayır aslında yıkımın (adeta) hazırlığı yıllar içinde yapıldı. Olacağı bilinen, defalarca söylenen bir depreme tam tersi yıkım olmasın diye hazırlıklar yapılabilirdi. Bu süreçte öğrendik ki, Japonya’nınki kadar kaliteli bir deprem yönetmeliğimiz varmış. Ancak şu bilinmelidir ki, bozuk bir sistemde, en iyi kanunlar bile ülkeyi hezimetten kurtaramaz. Yani asıl sorun sistem sorunu, gayrısı tali sebeplerdir. Birkaç yüz müteahhidin görevden alınması sorunu çözmeye asla yetmeyecek, bataklığı kurutmayacaktır…
Kepçe operatörü bir enkazı kaldırırken bir el kalkıyor, şüpheleniyor, duruyor, sonra bir el daha kalkıyor. Sesi çıkmayan bir adam gövdesiyle insanlığa sesleniyor: ‘kurtarın beni’ diyor. Şayet o kepçe operatörü dikkat etmeseydi o can diri diri gidecekti. Kim bilir nicesi öyle gitti. Hadi insanların dirisi kurtarılamadı, neden ölülerimiz enkazdan düzgünce çıkarılamadı? Neden ilk günden itibaren kurtarmadan ziyade enkaz kaldırmadan bahsedildi, neden? Çünkü o enkazlar, hal lisanıyla; ‘bu enkazlarda sizin de payınız var’ diye bağırıyordu. İşte o ses duyulmasın istendi… Evet, nice şehirler, canlar enkaz altında kaldı ama görebilen gözler için birçok hakikat de ortaya çıktı. Rabbim ibret nazarıyla bakıp görmeyi ve uyanmayı, uyandırmayı nasip eylesin. Hayatını kaybedenlere rahmet, yaralılara şifalar, kalanlara sabırlar ihsan eylesin. Başımızda olanlara da Allah korkusu, ehliyet, liyakat, merhamet ve güzel ahlak nasip eylesin. (Âmin)
KAYNAK: Furkan Nesli Dergisi