Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı görevinizi de sayarsak 1990’lı yılların başından beri Türk dış politikasına yön veren önemli isimlerden birisiniz. Son 7 yıldır ise bizzat Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı ve geçici bakan olarak olayların merkezinde yer aldınız. Sizin için “Dışişleri’nin kara kutusu” diyenler var. Şimdi Birleşmiş Milletler’e gidiyor olmak ne hissettiriyor?
Müsteşarlığınız döneminde yaşadığınız en zorlu kriz hangisiydi? “One minute” mi?
Suriye meselesi tabii ki. 7 yıl 3 ay devam eden müsteşarlığımın en uzun süren kriziydi. Suriye sevdiğim de bir ülkedir. Bir yandan ülkemizin ulusal güvenliği ile ilgili sorumluluk taşıyan bir görev ifa ederken, yaşanan insani kriz de üzerimizde büyük bir yük yarattı.
Diplomatik başarı olarak gördüğünüz bir şey var mı?
Şimdi baktım da ilk göreve başladığımda verdiğim mülakatlardan birinde “Artık haddimizi bilmeyeceğiz, herkesle eşit düzeyde göz hizasında konuşacağız” demiştim. Bunu başardık. Türk diplomasisi dünyadaki en köklü, en başarılı 4 diplomasi ekolünden biri. Diğerlerini saymayayım, üzülebilirler! Hepsi Avrupa’dan... Bu dönem zarfında hep şununla gurur duydum; Batı’da olsun, Doğu’da olsun, muhataplarımız bizimle görüşmek için çaba sarf ettiler, meslektaşlarımın fikirlerini almadan hareket etmediler. “Nereden çıktı bu Türkler? Her yerdeler, neden bunlarla uğraşmak zorunda kalıyoruz?” duygusu var açıkçası. Avrupa siyasetinde Türkiye’nin uzun bir tarihi var. Önyargılar var. Türkiye’ye bu kadar çok sopa göstermelerinin arkasında da Türkiye’nin artık “haddini bilmez” bir tavır alması yatıyor. Bu da hem Türkiye’nin büyüdüğünü, iddialı bir ülke haline geldiğini, tarihinin ve coğrafyasının hakkını verir hale geldiğini, hem de diplomasimizin güçlendiğini kanıtlıyor. Türkiye ekonomik olarak da güçlenen, sözü dinlenen bir ülke haline geldi.
"DIŞ POLİTİKA ÇİZGİMİZDE DEĞİŞİKLİK YOK"
Cumhuriyet tarihinin dış politika geleneği; mezhepler üstü, ideolojik olmayan, yönetici kadronun beklentilerine göre değil ülke çıkarlarına göre denge kuran ve hatta kimilerine göre “pasif” diye tarif edilir. Oysa son dönemde bu anlayışın değiştiğini, realist ekolden idealist ve ideolojik bir ekole geçildiğini söyleyebilir miyiz?
Dış politikayı belirleyen 3 temel faktör vardır; tarih ve coğrafya ve ekonomi. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya dünya politikasında her zaman etkili olmuş bir coğrafyadır ve biz bu coğrafyada en uzun devlet geleneğine sahip ülkelerden biriyiz. Ülkenin ekonomik imkânları genişledikçe coğrafyasının hakkını verme kapasitesi genişler. “Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca hep pasif bir dış politika izledi” demek yanlıştır; tarihin, coğrafyanın ve ekonomik imkânlarının gerektirdiği yolu izlemiştir. Dış politikamızın temel hedefi, ulusal güvenliğin maksimizasyonudur. Bu noktada Türkiye bir üretim merkezi haline geldikten sonra etrafındaki komşu coğrafyanın istikrarı konusunda daha büyük bir pay sahibi olmuştur. Dolayısıyla kendi refahı için, kendi güvenlik ve istikrarı için bu bölgenin refahı, güvenliği ve istikrarı ile daha fazla ilgilenmeye başlamıştır. Bu da aslında sizin “Dengeci” olarak nitelediğiniz daha önceki politikadan vazgeçmek anlamına gelmez.
Dengecilik yerine daha aktif ve ideolojik bir dış politikaya geçiş olmadı mı yani?
Peki ama öyle derseniz Hatay’ı ne yapacağız? Lozan’daki Boğazlar dengesini değiştiren ilk adım 1936’da atıldı. Sonra 1938’de Hatay konusu düzeltildi. 1974’te de Kıbrıs’taki durum değiştirildi. Burada dengecilik nerede? Türkiye’nin dış politika çizgisinde sapmalar ya da farklılıklar değil, devamlılık vardır. Ama o devamlılık içinde dönemin şartlarına uygun atılımlar vardır. İşte son dönemde yapılan da budur. Türkiye daha geniş imkânlara sahip oldukça iddiası ve hedefleri büyümüştür.
‘SURİYE POLİTİKASINDA HATA YAPMADIK’
Müsteşarlığınız ve bakanlığınız döneminde “Hataydı” ya da “Bu olaya farklı yaklaşabilirdik” dediğiniz bir konu var mı? Örneğin Suriye politikasının yanlış olduğu eleştirisi sıklıkla dile getiriliyor. Hatta “Türkiye savaşı büyüttü” suçlaması var. Bu iddialara ne dersiniz?
Şimdi herkes Suriye’deki krizle ilgili olayları farklı hatırlıyor. Bence objektif olmak lazım, başından itibaren ne oldu, Türkiye ne dedi; ona bakmak lazım. 2011 Mart’ında halk korkusunu yenip sokaklara çıkınca, Türkiye o zaman temasta olduğu Esad yönetimi ile diyaloğunu açık tuttu ve halkın talepleri doğrultusunda demokratik bir açılım yapmanın tek çıkış yolu olduğu mesajını verdi. Fakat yönetim bunu dinlemedi ve baskı ile halkın taleplerini geri çevirdi. Kriz oradan çıktı zaten. Halkı ile savaşan bir yönetimin başarılı olması mümkün değildir. Nitekim aradan geçen 5 yıl içinde ülkenin neredeyse tamamı tarumar oldu. 600 bin insan öldü. 5-6 milyonu mülteci oldu. Birdenbire güney sınırımızda iç savaş içinde, paramparça bir ülke ortaya çıktı. Bu tablonun terörizmi teşvik edeceği ve mülteci sorunu ortaya çıkaracağı tespitini biz 2011 yılında yaptık. Hatırlayacaksınız, iki ülke hariç bütün dünya Suriye halkının yanındaydı ve Esad’ın gidişini destekliyordu. O dönemde geniş katılımlı “Suriye’nin Dostları Grubu” toplantıları yapılıyordu. Değişen tablo nasıl ortaya çıktı, onu da iyi hatırlamamız lazım. 2013 yılında rejim çok zor bir durumdaydı ve kimyasal silah kullandı. O anda ABD “Bu bizim için kırmızı çizgidir, bu geçildiği takdirde gereken askeri müdahaleyi yaparız” dedi ama bu açıklamanın gereğini yapmadı. Bunun üzerine başkaları durumdan vazife çıkardı, rejime büyük bir askeri yardım başlattılar. Bu durum kargaşayı uzattı. “Türkiye hata mı yaptı?” diye soruyorsunuz. Nerede hata var? Biz başından beri insani sorumluluklarımızı yerine getirdik, canını kurtarmak isteyenlere sınırlarımızı açtık. Terör konusunda da elimizden gelen her türlü çabayı gösterdik.
Daha somut sormak gerekirse, Türkiye’nin muhalif gruplar içerisinde daha radikal olanları başlangıçta desteklediği ve sınırlarını cihatçı geçişine açık hale getirdiği iddialarına ne dersiniz?
Bunlar iddia. Türkiye’nin istikrarsızlık içinde 2 ülkeye sınırı var. Böyle bir kargaşa döneminde sınır hattını Türkiye’nin güvenliği bakımından çevrelemenin kolay bir iş olmadığını herhalde herkes takdir eder. Bu Türkiye’nin üzerinde büyük bir yük yaratmıştır ve aslında bununla herkesin beklediğinden çok daha başarılı bir şekilde baş etmiştir. Düşünebiliyor musunuz; 384 kilometrelik Irak sınırındaki istikrarsızlık 1980’deki İran-Irak savaşından beri devam ediyor. 5.5-6 senedir de Suriye’deki durum buna eklendi. Suriye’deki durum ondan önce de Türkiye bakımından normal değildi. 1998’de savaşın eşiğine geldik. Dolayısıyla bu bin 295 kilometre sürekli istikrarsızlık yaratıyor ve biz buranın istikrarı için çaba sarf ediyoruz.
Desteklenen gruplar seçilirken ya da stratejik tercihlerde yanlış kararlar verilmiş olabilir mi peki?
Desteklenen gruplar diye bir şey yok. Türkiye, baştan itibaren muhalefeti bir çatı grubu içinde değerlendirdi ve Suriye’nin Dostları Grubu ulusal koalisyonunu asıl muhatap olarak tanıdı. Diğer gruplaşmalar zaman içinde ortaya çıktı. Ama dağılma anından sonra içeriye yabancı unsurların girmesiyle işler biraz kontrolden çıktı. Tablonun karışmasının asıl sebebi de ismini hepimizin bildiği rejimin destekçisi iki ülkenin sahaya bizzat girmesi...
"MUSUL OPERASYONU MEZHEPÇİ BİR İNTİKAM OPERASYONUNA DÖNÜŞMEMELİ"
Başika Kampı konusunda Irak hükümetinin verdiği tepkiyi nasıl karşılıyorsunuz?
Seküler bir anayasal demokrasi olarak biz mezhepçiliğin en büyük tehdit olduğunu ve aşırıcılığı tetikleyeceğini defalarca anlattık. Irak’ta da en büyük tehlike budur. Irak’ta mezhepçi bir intikam duygusuyla hareket edilirse bu hem Irak için, hem bizim için, hem de tüm bölge için felaket olur. Bizim Musul’la ilgili söylediğimiz şey budur. Şimdi bunu böyle söylediğimiz zaman sanki biz mezhepçi bir politika izliyormuşuz gibi geliyor ama alakası yok.
“Türkiye Sünni bir dış politika izliyor” tezi yanlış mı yani?
Elbette yanlış. Mesele Şiilerin oraya girmesi falan değil, Musul operasyonu mezhepçi bir intikam operasyonuna dönüşmemelidir. Mezhepçi uygulamalar sonuçta DAEŞ dalgasının güçlenmesine neden oldu. DAEŞ gelince, denize düşen yılana sarılır misali bütün halk onları destekledi. 2 bin DAEŞ’li Suriye’den Musul’a girdiğinde 71 bin Irak askeri vardı ama 24 saatte dağıldılar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Başika’ya Kuzey Irak’ın daveti ile gittik” dedi. Türkiye uzun vadede Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin bağımsızlığına nasıl bakar?
Türkiye, Irak’ın birliğini ve toprak bütünlüğünü en güçlü şekilde destekliyor. Bu bir ilke tutumudur ve hiçbir zaman değişmez. “Bunlar yapay sınırlar” vesaire denilebilir ama tartışmaya başladığınız zaman nerede duracağınızı kimse kestiremez. Biz bu bölgelerle çok daha yakın, açık ilişkiler istiyoruz. Zaten bu krizler başlamadan hem Suriye hem Irak ile stratejik işbirliği için adımlar atıyorduk. Irak’ta gelirlerin ve iktidarın adilce paylaşımına dayanan bir federal yapı üzerinde mutabık kalmışlardı. Ama Maliki bütün gücü kendisinde topladı. Kendi hükümeti içindeki bakanlarla mezhep kriterine göre çatıştı. Hatta Sünni olduğu için bazı bakanları tutuklatmaya kalktı.
‘İSRAİL, TARİHİNDE ÖRNEĞİ OLMAYAN ADIMLAR ATTI’
İsrail’le ilişkilerin normalleşmesi için çok çaba sarf ettiğinizi biliyoruz ama bazı çevrelerin “Türkiye tam olarak istediğini alamadı” eleştirisine ne dersiniz?
Her anlaşma bir uzlaşıdır. Eğer savaş kazanmamışsanız tamamen sizin istediğiniz gibi bir anlaşma olmaz. İsrail ile normalleşme anlaşmasında temel hedeflerimizin hemen hepsi yerine getirildi. Aslında onlar İsrail tarihinde örneği olmayan adımlar attılar.
‘NATO’DAN UZAKLAŞMA SÖZ KONUSU DEĞİL’
Türkiye’nin NATO çizgisinden biraz uzaklaştığı yönünde bazı eleştiriler var. Geçmişte de bir eksen kayması tartışması olmuştu. Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasıyla ilişkili olarak bir çizgi değişimi olabileceğini düşünüyor musunuz?
Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşması, coğrafyanın dış politikaya etkisidir. Rusya önemli bir komşumuz. Birçok ortak meselemiz var. Karşılıklı çıkarlarımız ve ekonomik açıdan iki tarafın da menfaatine olanişbirliği imkânlarımız var. Ayrıca Rusya’nın bizden çok daha fazla Almanya ile ilişkileri var. Dolayısı ile ben bu tür yorumları maksatlı bulurum. Bunların gerçekle bir ilgisi yok. NATO çizgisi, Türkiye’nin de katkıda bulunduğu bir çizgidir. Türkiye, o çizgide bir değişiklik istiyorsa bunu NATO için de savunur.
"ABD'NİN BEYANLARINA GÜVENİYORUM"
New York daha önce görev yaptığınız bir yerdi ama bu sefer ABD ile ilişkilerin pek de parlak olmadığı bir döneme denk geliyor gidişiniz. İlişkiler hep iniş-çıkışlıydı ama bu sefer yaşadığımız daha derin bir kriz mi?
Şu anda krizden ziyade belli konularla ilgili öncelikler konusunda farklı yaklaşımlarımızın olduğu söylenebilir. Türkiye, YPG’nin PKK’nın bir kolu olduğunu defaatle anlatmıştır. Taktik nedenlerle de olsa PKK ve YPG ile işbirliği yapılıyor olması, Türkiye’nin hoş görebileceği bir şey değildir. Temel konulardan bir diğeri de Fethullah Gülen’in iadesi. Bu iki konu, şu anda Türkiye ABD ilişkilerinde en hassas konulardır. Ama bunlar Türk- Amerikan ilişkilerinin krize girdiğini göstermez. Umarım çözümü için birlikte çalışmaya devam ederiz.
Darbe girişiminin arkasında ABD’nin parmağı olabileceği iddialarına nasıl bakıyorsunuz?
Bu konuda ABD’nin tutumu gayet açık. Biz de onların tutumuna göre hareket ederiz. Ben ABD’nin bu konudaki beyanlarına güveniyorum. Buradaki sıkıntı, tabiatıyla bu darbe girişiminin arkasındaki ismin ABD’de yaşıyor olması. Bu, söylentilere mesnet teşkil ediyor. Fethullah Gülen’in ABD’deki varlığı, Türk-Amerikan ilişkilerine önem atfeden herkes için en önemli sorun... Gülen’in iadesi talebimizin derhal yerine getirilmesini bekliyoruz.
‘İŞİMİ KENDİ ÜSLUBUMLA YAPIYORUM’
Sizinle ilgili “Çok açık sözlüdür, normalde diplomatlar kararı siyasilere bırakır ama Feridun Sinirlioğlu her konuda doğru bildiğini yüksek sesle söyler” diyorlar. Doğru mu?
Kendimle ilgili değerlendirme yapmam doğru olmaz! (Gülüyor) Ama şunu söyleyeyim, ben işimi bildiğim gibi yapıyorum. Kendi üslubumla yapıyorum. Buradan herkes istediği sonucu çıkarabilir. Diplomatın görevi, siyasetçiye her şeyi olan açıklığı ile inandığı şekilde anlatmak ve tecrübesi çerçevesinde bütün seçenekleri sunmaktır. Zaten doğru olan da gördüğünüzü ifade etmekten çekinmemektir.