Duygu ve düşünceleri tevhitle yeşeren her mümin daima meyve veren verimli bir ağaç gibidir. Çünkü Allah’ın en güzel sözü olan tevhid, kalplere kök salacak ve tüm dünyayı kuşatacak bir güce sahiptir. En güzel teşbihlerle kullarının akıllarına ve duygularına hitap eden Allah Celle Celaluhu şöyle buyuruyor; “Allah’ın güzel sözü neye benzettiğini görmüyor musun; o tıpkı kökü yerde, dalları ise gökte olan ve Rabbinin izniyle sürekli meyve verip duran güzel bir ağaç gibidir.”1
Tevhid, kalplere kök salıp hayatı kuşattığında evvela; insanlığa dünya hayatında tüm meyvelerini sunmaya başlar. Ancak Allah’ı göklere hapsederek İslam’ı duygularla sınırlandırmak isteyenler, İslam’ı Hıristiyanlığa benzetmişlerdir.Oysa insan fıtratı akla ve mantığa uymayan, sadece duyguları kamçılayan bir dinden daima nefret eder. “Yanlış din dinsizliği doğurur” tespitinde bulunan Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin de dediği gibi bu gün ruhbanlık batı dünyasını büsbütün dinsizliğe sürüklemiştir. Bu sebeple İslam’ın da hayatlardan kopması için davası ve hayata açılan kapısı olan tevhid unutturularak İslam hayattan koparılmış, camilere ve vicdanlara hapsolmuştur. Ürün veremeyen, hayata hükmedemeyen, insanlığa yön veremeyen dinin taraftarları hiçbir zaman artmayacaktır ki; İslam’ı düşürmek istedikleri nokta budur. Bu gün dünyadaki 192 ülkeden 56’sının nüfusunun yarısı veya daha fazlası Müslüman olsa da, yaşadığımız dönem itibariyle Müslümanların imanını çalmak için oluşturulan fitne ve fesat sebebiyle imanlarımızı daima muhafaza etmek durumundayız. Bu sebeple mümin bugün, yarın ve ölene dek daima teyakkuz halinde olmalı ve imanına zarar verecek söz ve fiillerden daima uzak durmalıdır.
Küfür ordusunun İslam’ın üzerine bütün hilelerini ok gibi yağdırması kaçınılmaz bir hakikattir. Bundan korunmak için imanı kuvvetlendirmek gerektiği gibi küfrün de sınırlarının bilinmesi gerekmektedir. Düşmanının gücünü ve sınırlarını bilen bir Müslüman her zaman ondan gelecek olan saldırılara karşı da hazırlıklı olur. Bu sebeple Rabbimiz bize, hem imanı hem de küfrü tanıtmıştır. Esasında Kur’an ve sünnetin mücadelesi şirk iledir. Ama küfür, şirki de kapsadığı ve bütün inkâr şekillerini de içine aldığı için bilinmelidir. Kelime olarak “örtmek”, “nimeti inkâr etmek” anlamına gelen küfür, İslam akaidinde genel bir anlam taşımaktadır. Istılahta ise; Hz. Peygamber Sallahu Aleyhi ve Sellem’in Allah Azze ve Celle katından getirdiği kat’i olarak bilinen şeylerden birini inkâr etmektir. Küfredenler Kur’an’da acı bir azapla tehdit edilmişlerdir. “İnkâr edenler ise, küfürleri dolayısıyla, onlar için kaynar sudan bir içki ve acı bir azab vardır.”2
Küfür; cehlî, inadi ve hükmî olarak üç kısma ayrılmış olsa da bir Müslüman için tehlikeli olan, insanı küfre sürükleyen haller olduğu için en çok üzerinde durulması gereken kısım da budur. Ancak küfre sürükleyen halleri incelemeden önce tekfir meselesine açıklık getirmek gerekir. Ehlisünnet itikadında Müslüman olduğu bilinen birini kâfir saymak, çok güç ve hassas bir meseledir. Hz peygamberin hayatı incelendiğinde, küfrü âşikâr olmayana kâfir dediği görülmemiştir. Hâlbuki Medine devrinde, Müslümanlar arasında münafıkların olduğu bir gerçektir. Ancak Rasulullah Sallahu Aleyhi ve Sellem’in kişi ve grupları tekfir etmekten sakınarak onları İslam potasında eritmek suretiyle İslama kazanma siyaseti güttüğünü görüyoruz. İslam’da tekfir meselesini ilk olarak harekete geçiren topluluk Haricilerdir. Sıffin Savaşı’ndan sonra ‘Hakem Olayı’nı bahane ederek hükmü Allah’a vermeyen herkesi, kâfirlikle suçladılar. Dönemin halifesi olan Hz. Ali Radıyallahu Anh’ın halifeliğini geçersiz görerek aralarında bir halife seçip ona beyat ettiler ve merkezî otoriteye karşı ayaklanarak İslam tarihine adlarını isyancılar olarak kazıdılar. Çünkü onlar ortada cereyan eden siyasi bir gelişmeye dini bir kisve büründürmüşlerdir. Sert, müsamahasız ve cahil bir zümre olan Hariciler büyük günah işleyenleri tekfirle suçlayarak büyük bir taassup içerisine düşmüşlerdir. Daha sonra hicri birinci asrın sonlarında tekfir halkasına Mutezile de katılmıştır. Haricilerden sonra meseleyi biraz daha yumuşatarak büyük günah işleyen kimsenin iman ile küfür arasında, fısk denen mertebede bulunacağını ve böyle bir kişinin tövbe etmeden ölürse kâfir olarak ebedi cehennemde kalacağını söylemişlerdir. Buna karşılık Ehl-i Sünnet’i temsil eden Selefiyye; Mutezile ve Haricilerin fikrine karşı çıkarak büyük günah işleyen kimsenin küfre düşmeyeceğini söylemiştir. Böylece Ehl-i Kıble ikiye ayrılmıştır. Rasulullah’ın ve onun ashabının izinde yürüyen ve onun inanç sistemini kendine rehber edinen topluluk ki bu topluluğa Ehl-i Sünnet denir. Ehl-i Bid’at ise, Ehl-i Sünnet’in özelliği olarak zikredilen hususlarda onun muhalifi olan, Resulullah’ın yolundan ayrılıp, kendilerini şer’i kisveye büründürerek dinde sonradan uydurulmuş şeyleri işleyen topluluktur.
Tekfircilik mantığına sahip olan bu zümrelerin, böyle bir mantığa bürünmesinin birinci sebebi olan; ameli imandan bir cüz olarak görmeleri meselesini daha önceki yazımızda ifade etmiştik. Yine kişinin sahip olduğu inançların küfrü gerektirip gerektirmediği mevzuu tevil ile de yakından alakalıdır. Manası kat’iyyetle bilinemeyen müteşabih ayet ve hadislerin zahiri manalarını terk ederek muhtemel olan başka manalarda yorumlanmasına te’vil denilmektedir. Tevil yapacak olan kişi ise iki şeyle mükelleftir:
1- Tevil ettiği manaya, sözün ihtimalinin bulunup bulunmadığını açıklamak
2- Zahiri manadan koparak, sözü başka manaya sarf etmeyi gerektiren delili ortaya koymak. Tevil kanunlarını gözeterek, gereken meselelerde tevil yapan kimselerin tekfir edilemeyeceği görüşü, cumhurun kabul ettiği bir görüştür. Ancak nasların zahiri manaları apaçık anlaşılıyorken, batınîlerin yaptıkları gibi, tevilci olarak ortaya çıkıp, mütevatir naslara muhalefet etmek, küfre meyletmek olarak kabul edilmiştir.
Cahilce tekfir etmek yerine Ehl-i Sünnet’in mantığı çerçevesinde ilmî delillerle küfrü gerektiren meseleleri ele almak elbette daha akıllıca ve ihtiyatlıdır. Hem bu meseleleri ele almamızın bir sebebi kişinin kendi imanını tekrardan kontrol etmesi ve tazelemesi içindir. Sahabeden Muaz bin Cebel Radıyallahu Anh birçok zaman arkadaşlarına “Otur beraber, bir saat iman edelim ” derdi. Bu çağrısı ile imanı sürekli koruma altına almak gerektiğini ifade etmek istemişti. Bir bankadan diğer bankaya para taşınıyorken dahi kaç araç değiştirilmektedir. Elbette ki, iman gibi bir cevhere sahip olanların daha çok korumaya sahip olması ve daha hassas davranması gerekir. Aynı zamanda bu mesele asıl tekfir edilmesi gerekenleri tanımamız açısından gündeme alınmalıdır. Maalesef; “Andolsun ki, “Allah üçün, üçüncüsüdür (üç ilâhtan biridir)” diyenler kâfir olmuşlardır. Ve tek bir ilâhdan başka bir ilâh yoktur”3 ilahi buyruğunda ifade edilenler gibi, açıkça küfür içerisinde olanlara küfrü yakıştıramayan Müslümanların olduğu bir çağı yaşıyoruz.
Küfre sürükleyen birçok mesele olmakla birlikte hepsini ele alamayacağımız için çağımızda yaygın olan birkaç meseleyi ele almakla iktifa edeceğiz. Bu gün Müslümanların kahir ekserisinde zarureti diniyyeden olan bazı hükümleri veya ahiretle ilgili olan şeyleri hafife alma hastalığı görülmektedir. Bunu yapanlar koyu bir cehalet içerisindedirler. Çünkü bu gün küfür taraftarlarınca en açık hakikat olan tevhidin dahi üzeri örtülmüştür. Zaten tevhit anlaşılmış olsaydı küfür de anlaşılır ve insanımız imanları hususunda tehlikeli yollarda yürümemiş olurdu.
“Allah’ım hidayet buyurduktan sonra kalplerimizi kaydırma”4 (Amin)
Zeynep KARABACAK
1- İbrahim suresi 24
2- Yunus 4
3- Maide 73
4- Al-i İmran 8