Hamd, hak yolda sebat gösteren kullarına zaferler nasib eden Allah’a; Salat-u Selam, Allah yolunda gösterdiği sebat ve yetiştirdiği sebat ehli ashabı ile İslam Medeniyetini inşa eden Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e; Selam ise peygamberini örnek alıp, hak yolda mücadele ederken sebat gösteren tüm mümin kardeşlerimin üzerine olsun.
Geçen sayıda bizden önceki ümmetlerden hak üzere sebat edemeyen Yahudi ve Hristiyanlarda görülen Tevhidden sapmalara başlamıştık. Kaldığımız yerden devam edelim.
Allah Azze ve Celle, hak yolda sebat gösterememiş, doğru inanca bağlı kalamamış olanlara misal olarak İsrailoğullarını, Yahudileri veriyor. Kur’an-ı Kerim: “Musa ile kırk geceliğine sözleştik.”1 buyurur. Hz. Musa kırk geceliğine dağa davet edildi. Kırk gece dağda kalacak, otuz gün ibadet edecek, son on gününde de kendisine Tevrat verilecekti. Musa Aleyhisselam dağda iken, yıllarca ders almış, O’nun yanında bulunmuş ama hiçbir zaman Musa’yı anlamamış olan ümmeti, aşağıda Musa’yı beklerken dayanamadılar, hak yolda sebat gösteremediler. Kendi aralarında; “Musa gitti gelmiyor, belki de ölmüştür. Bize bir ilah lazım, ilahsız kaldık.” dediler ve aralarında altın topladılar. Altını erittiler, bir buzağı heykeli yaptılar ve o buzağıya tapmaya başladılar.
Allah Azze ve Celle, Musa’ya dedi ki; “Ey Musa! Neden acele ettin hemen geldin? Musa: “Ya Rabbi! Seninle bir an evvel buluşmak istedim. Hem onlar zaten benim izim üzeredirler. Onları eğittim, ders verdim.” Allah; “Onlar senden sonra saptılar, sebat göstermediler”2 dedi. Kırk gece bile dayanmadılar. Sen aralarından ayrılır ayrılmaz, onlar da dinden ayrıldılar. Hz. Musa, kırk gün tamamlandıktan sonra milletinin yanına geldi. Baktı ki gerçekten de dayanamamış, putperest olmuşlar. Hz. Musa, ne yaptığını bilemez bir vaziyette, adeta çıldırmış gibi elindeki Tevrat’ı yere attı. Kendinden geçmişti, öyle sinirlenmişti ki ne yaptığının farkında değildi. Hz. Musa abisi olan Hz. Harun’un sakallarına sarıldı, “ Buna nasıl müsaade ettin?” dedi. O; “Ey Anamın oğlu! Ben onlara engel olamadım, az kalsın beni de öldüreceklerdi.”3 dedi.
Hz. Harun, biraz yumuşak yapılıydı, Hz. Musa daha sertti. O yüzden ancak Hz. Musa onları zapt edebiliyordu. Hz. Harun onları zapt edememiş, sırat-ı müstakim üzere tutamamıştı. Hz. Musa’nın aklı başına geldi, “Ya Rabbi! Beni de, kardeşimi de affet. Bu fasık milletle aramızı ayır!” dedi. Allah Azze ve Celle onlara büyük bir ceza verdi.
‘ فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ’ ‘birbirinizi öldürün!’4 buyuruldu. Birbirlerini öldürmeye başladılar. Tevhidden uzaklaşanlara, şirke düşenlere verilen ceza; toplumun birbirini öldürmesidir, terördür. Bir toplum, Allah’ın yolundan saptığı, hak yolda sebat göstermediği, Allah’a şirk koştuğu, o memlekette Allah’ın dediği değil insanların dediği olduğu zaman Allah’ın onlara vereceği ceza; onların arasında iç savaş meydana getirmektir. Her günahın bu dünyada da bir cezası vardır. Şirkin cezası da kardeşin kardeşi öldürmesidir. Hakta sebat göstermeyip başkalarını taklit edenler, Avrupa’nın kriterlerini alıp sonra da ‘Medeniyetler ittifakı’ diyerek kendilerini kandıranlar terör ve iç savaş gibi cezalarla cezalandırılırlar. Medeniyetlerin ittifak ettiği nerede görülmüş? Medeniyetleri inançlar meydana getirir, her inancın kendine göre bir medeniyeti olur. İnançlar ittifak etmez, birbirlerini reddeder, birbirleriyle mücadele ederler. Dolayısıyla medeniyetler de ittifak etmezler, birbirlerini reddeder, birbiriyle mücadele ederler. Müslümanlar kendi medeniyetlerini kurmalıdırlar, başka medeniyetlerin içerisinde yer almamalıdırlar. Hz. Musa aralarından ayrılınca, İsrail oğulları kırk gece dayanamayıp haktan sapmaları gibi biz de gücümüzü kaybedince, hemen sapmadık mı, batılı olmaya başlamadık mı? Sonra da birbirimize düşmedik mi?
İsrailoğulları Hz. Musa’nın talebeleri olmalarına rağmen kırk gece bile dayanamıyor, tekrar putperest oluyorlardı. Fakat Hz. Musa’yı yenmek üzere Firavun tarafından görevlendirilen sihirbazlara bakın. Sihirbazlar geldiler ve Firavun’a dediler ki: “Bugün Musa’yı yenersek bize ne var?” Firavun dedi ki: “Gözdelerim olacaksınız”.5 Demek her birine bir makam verecekti. Yeter ki Musa’yı mağlup etsinler. Bu sözü aldılar sonra ellerindeki sihri atacakken “بِعِزَّةِ فِرْعَوْنَ” (Firavun’un şerefiyle)6 demişlerdi. İnsanlık onurlarını öyle kaybetmişlerdi ki kula kulluk yapar hale gelmişlerdi. Attılar ellerindeki sihirleri, o ipler insanların gözünde yılan gibi göründü. Bir takım hileler yapmışlar, öyle görünmesini sağlamışlardı. Herkesin gözünde büyük bir sihir gibi göründü. Hatta Musa Aleyhisselam bile korktu. Allah Azze ve Celle “Korkma ey Musa! At elindekini”7 buyurdu. Elindekini atınca ejderhaya dönüştü, onların yaptığı sihirlerin hepsini yuttu. İşte o zaman “وَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِدِينَ” “O sihirbazlar secdeye kapandılar” “قَالُواْ آمَنَّا بِرِبِّ الْعَالَمِينَ” “Âlemlerin Rabbine iman ettik, Musa’nın ve Harun’un Rabbine”8 dediler Bunlar hiç ders görmemiş, iki rekât namaz kılmamış, Tevrat’tan iki kelime öğrenmemişlerdi. Musa Aleyhisselam’ı ve mucizesini daha yeni görmüşlerdi. Hâlbuki İsrailoğulları çok mucizeler görmüşlerdi. Buna rağmen hakiki imana hiçbir zaman ulaşamayıp sürekli haktan saptılar. Kur’an-ı Kerim buyurur ki: “Musa’ya dokuz mucize verdik”9 Asa mucizesi, yed’i beyda, kurbağa, kan, haşerat, çekirge, tufan, denizin yarılması gibi bütün bu mucizeleri gördüler, yıllarca Hz. Musa’nın yanında kaldılar ama onun yüksek maneviyatından istifade edemediler. Çünkü putperestlik kalplerine sinmişti.
İsrailoğulları, asırlarca Firavun’un kölesiydiler, öyle ki kölelik ruhlarına işlemiş, bir türlü özgürleşemiyorlardı. Sebat edebilmek, bir meselede kararlı olmak, sonuna kadar gidebilmek özgür ruhlu olmakla mümkündür. Köle ruhlu insanlar sebatkâr olamaz. Köleler daima güçlülerin karşısında iki büklüm olurlar ve sürekli fikirlerini ve hayatlarını değiştirirler. O halde özgür ruhlu topluma ulaşmalıyız.
Firavun sihirbazları tehdit etti; “Siz bana sormadan mı iman ettiniz?”10 dedi. Firavunların, firavunî sistemlerin mantığı daima budur; her şeyinizi onlara danışacaksınız. Halbuki iman meselesi ebedî hayatımızla alakalıdır. Ama kendilerinde o meseleye bile müdahale etme hakkı görürler. Firavun olmak işte budur. Firavun: “Ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keserim, sonra da sizi hurma kütüklerine asarım”11 dedi. Sihirbazlar daha birkaç dakika önce yalancı bir sihirbaz durumundaydılar ama bir mucizeyi gördüler; şeref, cesaret ve iman kazandılar. Hiç tereddüt göstermediler, imanlarında sebat ettiler ve “Zararı yok, istediğini yap, zaten Allah’a döneceğiz”12 dediler. Nasılsa öleceğiz, sen de öleceksin, Allah’a döneceğiz ve orada hesaplaşacağız.
Ümmet anlayışının terk edilmesi ve ulus devlet anlayışına kapılmak bir sapmadır. İslâm, ulus devlet anlayışını kabul etmez. Türk, Kürt, Arap, Fars devleti bunlar İslâm’dan evvel, cahiliye dönemindeydi. Yeniden o döneme mi dönüyoruz? Allah bize ümmet anlayışını vermek istediği halde insanlar ırkçılık yapmakta, kendi kavimleriyle övünmekte, kavimleri haksızlık yapsa da onların yanında yer almaktadırlar. Allah Azze ve Celle bize, “Ey Türkler, Ey Kürtler” diye hitap etmemekte ve “Ey insanlar, ey iman edenler…” diye hitap etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de: “Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sonra sizi ırklar ve aşiretler yaptık, tanışasınız diye…”13 ayetinden de anlaşılacağı üzere Allah katında ırkın bir değeri yoktur. Hepimizin kökü aynıdır. Irkımız övünüp, birbirimize karşı üstünlük taslamamız için değildir. “إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ” “Allah katında en üstününüz, en çok takva sahibi olanınızdır.”14 Takva dışında bir üstünlük ölçüsü belirlemek sapmadır. Peygamberimiz buyuruyor ki; “Irkçılığa çağıran, ırkçılık uğrunda savaşan, ırkçılık uğrunda ölen bizden değildir.”15 Hepsi de sapmıştır. İşte bu benim sırat-ı müstakimim, gerisi bana ait değildir. Doğru bir tanedir, iki tane olmaz.
Allah Azze ve Celle, Müslümanların doğru yol üzerinde sebat etmelerini istiyor çünkü yeryüzünde yerine getirecekleri bir vazifeleri var. Eğer Müslümanlar hak yolda sebat etmez, madden geri kaldıkları için başkalarına uyar ve onları taklit ederlerse, onların kılık, kıyafetlerini, kültürlerini, sanatlarını, kanunlarını, ahlakî ve insanî kriterlerini alırlarsa o zaman nasıl olur da vazifelerini yerine getirebilirler?
Sebat, kararlı olmaktır. Evvela kutsalınız olacak, Kur’an’a ve Sünnete dayanacaksınız, ondan sonra da rüzgâr nereden eserse essin, doğrularınızdan taviz vermeyeceksiniz. Sizi başka istikametlere sevk etmek için türlü türlü rüzgârlar estirecekler. Eğer kaynağınız sağlamsa ve mutmainseniz sapmazsınız. İmanda sebat göstermek cennete girmek demektir. Sebat edemeyenler kaybederler. Sebat etmediğinizde kınanacağınızı, sebat ettiğinizde ise mükâfatını alacağınızı bilirseniz sebat edebilirsiniz.
Eğer imtihanların hikmetlerini bilirseniz imtihanlara sebat gösterebilirsiniz. Allah Azze ve Celle bir şeyle imtihan ediyorsa mutlaka bir hikmeti vardır. Eğer hikmetlerini anlarsanız, sebat etmeniz kolaylaşır. Ama anlayamazsanız o zaman sürekli şüpheler içinde kalırsınız. ‘Acaba’ dersiniz, tereddütlere kapılırsınız, vesveseler kalbinize yol bulur. Kalbe neden ‘kalp’ denmiştir? Kalp devamlı değiştiği ve sebat gösteremediği için. Çünkü kalp, Arapçada, bir şeyin çevrilmesi demektir.
Hak yolda sebat edebilmek için Ahirete kuvvetle iman etmek lazımdır. Kuvvetsiz bir iman sebat etmemize yetmeyecektir. Ahirete kuvvetle iman ise ahiretin mümkün hatta zaruri olduğunun delillerini bilmekle olur. Bu delillerden birisi şudur:
Her memleketin bir mahkemesi vardır. Allah’ın memleketinde de bir mahkeme kurulmalıdır. Her memleketin bir hâkimi vardır, bu dünyanın hâkimi de Allah’tır. Her memlekette adalet sağlanmalıdır. Allah Azze ve Celle’nin memleketi olan şu dünyada da adalet sağlanmalıdır. Adalet sağlanmazsa Allah nasıl ‘Âdil’ olur? Ahiret olmazsa kötülerin kötülükleri yanlarına kâr kalır, bu dünyadan o şekilde göçüp giderlerse, iyiler de iyiliklerinin karşılığını alamadan ölüp giderlerse o zaman adalet nerede sağlanacaktır? Bir başka âlemde adalet gerçekleşmeyecekse, öleceğiz ve bitecekse, o zaman Allah’ın adalet sıfatının olmaması gerekir. Hâlbuki adalet sahibidir. Bu dünyada adaletin gerçekleşmemesinden anlıyoruz ki, adalet sonraya tehir edilmektedir. Hiçbir delil bilmesek bile hiç olmazsa kâinata bakarak ahiretin mümkün olduğunu anlayabiliriz. Şu kâinat Allah’ın ilminin ve kudretinin sınırının olmadığını ispat eder. Bu kadar varlığı yaratmak çalışmakla olamaz. Bunca varlık her biri birbirinden harika! Balıklar mı harika değil, sinekler mi, böcekler mi, ağaçlar mı, yıldızlar mı? Bu düzenin böyle devam edip gitmesi mi? Şöyle bir bakın; bir sineği bile çalışmakla yapamazsınız. O kadar varlık her gün öldürülüyor, yenileri yaratılıyor. Bu düzen devam edip gidiyor, bu neyi gösteriyor? Allah’ın ilminin de, kudretinin de sınırının olmadığını… Dolayısıyla O’nun için zor diye bir şey yok. Madem O’nun için zor diye bir şey yok o halde yeniden yaratmak da O’nun için kolaydır. “Bir şeyin olmasını dilediği zaman sadece ‘ol’ der, olur.”16 O, bizim gibi çalışmaz. Bu kadar harikalar yaratan elbette ki sonsuz kudrete, sonsuz ilme sahiptir. İnsan sadece bunu görse; bu bile onun Ahirete olan imanını kuvvetlendirir. Ahireti ispat eden bunlar ve bunlara benzeyen onlarca delil var. Mevzumuz olmadığı için hepsine girecek değiliz. Unutulmamalıdır ki hak yolda sebat edebilmek ahirete imanın güçlü olmasına bağlıdır. Ahiret inancının güçlü olması da delillerini bilmekle mümkündür.
Dünya sevgisi, mal, evlat ve eş sevgisi sapmanın sebeplerindendir. Kur’an-ı Kerim: “Mallarınız, çocuklarınız, eşleriniz bir fitnedir”17 buyuruyor. Yine; “Eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir kısmı size düşmandır”18 buyuruyor. Yani onlara olan sevginizden dolayı görevlerinizi yapmaz ve bazen onlar için haktan saparsınız. O halde bu sevgiler normal seviyesine indirilmelidir. Dünya sevgisi ve rızık korkusu da insanın hak yolda gitmesine engel olmaktadır. Hz. İsa dünya sevgisi ile ilgili olarak diyor ki; “Ey İnsanlar ‘ne yiyeceğiz?’ diye düşünmeyin. Kuşlara bakın; sabahleyin yuvalarından aç olarak çıkar, akşamleyin tok olarak dönerler. Siz mi kıymetlisiniz, yoksa kuşlar mı? Onları aç bırakmayan Allah, sizi aç bırakır mı? Ne giyeceğiz diye düşünmeyin, ağaçlara ve çiçeklere bakın. Allah onları ne de güzel giydiriyor. Siz mi kıymetlisiniz yoksa ağaçlar ve çiçekler mi? Onları giydiren Allah, sizi giydirmez mi?”19 Bunlar, ‘yatın çalışmayın’ demek olmadığı gibi ruhbanlığa davet etmek demek de değildi. ‘Evinizden çıkın, kuşlar gibi çalışmaya gidin ama rızkınızdan korkmayın. Dünyaperest olmayın’ demekti. Dünyayı kalbinize sokmayın. Çalışmak başka bir şey, dünyaperest olmak başka bir şeydir. Bütün peygamberler, dünya sevgisinin insanları saptırdığını görmüş, hepsi de bunun üzerinde durmuştur. Peygamberimiz de ümmeti için korktuğu noktayı şöyle dile getiriyor; “Sizin için tek bir şeyden korkuyorum. Korktuğum şey evvelkilerin başına gelen şeyin sizin de başınıza gelmesidir. Dünyanın debdebesi, şatafatı, lüks hayatı onların önlerine konuldu, onları aldattı, sizin de böyle olmanızdan korkuyorum.” İlerde siz de böyle olacaksınız, dünyaya dalacak ve hakta sebat gösteremeyeceksiniz. Başka istikametlere gideceksiniz.”
Ölüm ve rızık korkusu insanları da sapmaya götürür. Allah Azze ve Celle bu korkuyu kalbimizden atalım diye buyurur ki: “Eğer Allah size bir hayır, bir rızık vermek isterse bunu engelleyecek yoktur ve size eğer bir ceza, bir musibet vermek isterse bunu da engelleyecek yoktur.”20 Neden bunu bize bildiriyor? Yani “Ey insanlar! Allah istemedikten sonra insanlar size hiç bir şey yapamazlar” demek istiyor. Dolayısıyla “فَلاَ تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ” “Onlardan korkmayın, eğer Mümin iseniz benden korkun”21 buyuruyor. Allah Azze ve Celle, hak yoldan sapanların neden saptığını bilmektedir ve bizi bu hususta ikaz etmektedir. Sapanlar genellikle menfaat için, rızkından korktuğu için, canından korktuğu için güçlülerle beraber olur, zayıflarla beraber olmayı göze alamadığı için sapar. Bunun bize bildirilmesi; bizi hak yolda tutabilmek içindir.
Bu yolda giderken sebat gösterebilmek için Kur’an’a yönelmek şarttır. Kur’an kutsaldır, kutsalı olanlar dayanabilirler ve yollarından ayrılmazlar. Çünkü kutsalın mutlak doğru olduğundan emindirler. Bu yolda sebat edebilmek için dua da şarttır. Kur’an bize “Rabbimiz, üzerimize sabrı yağdır ve ayaklarımızı sabit kıl.”22 şeklinde duayı öğretir. Çünkü her an ayak kayabilir. Hiç kimsenin ayağı çiviyle çakılmış değildir. Başka medeniyetlerin tesiri altında kalan ve kendi değerlerinden vazgeçenler ne kadar da çoktur.
Hak yolda giderken sebat edebilmek sağlam bir eğitimle mümkündür. Huneyn Savaşı’nda Sahabe-i Kiram sabahın erken saatlerinde bir baskına uğramış, darmadağın olmuşlardı. Büyük bir orduyla gidiyorlardı ama birden baskına uğradılar, darmadağın oldular. Peygamberimizin etrafında az bir miktar asker kaldı. İyi eğitim görenler Efendimizin yanından ayrılmadılar. O zor anda bile O’nun yanındaydılar. Sebat gösterdiler. Sonradan katılmış olanlar, iyi eğitim görmemiş olanlar, içlerinde peygamber olmasına rağmen dağıldılar. Ama Bedir’dekiler öyle olmadı. Çünkü onlar sağlam eğitilmişlerdi. Demek ki sağlam eğitilenler, sebat gösterebiliyorlar. O halde sağlam bir eğitim şarttır. Merhale merhale eğitildiler. Çünkü Kur’an kısım kısım geldi, demek ki eğitim böyle olmalıdır.
Peygamberimizin sahabesi dinden ve davadan dönmüyorlardı. Heraklius bile bunu anlamıştı. Ebu Sufyan daha Müslüman olmadan evvel onun bölgesinden geçerken, bir Peygamberin çıktığını duyan Heraklius onları çağırdı ve Mekkeli olduklarını öğrenince bir takım sorular sordu. O sorulardan biri de; “Onun eğitiminden geçmiş olanlardan; dinden dönmüş ve ondan ayrılmış olan var mıdır?”23 idi. Ebu Süfyan o zaman Müslüman değildi. Evet demeyi çok isterdi ama “yok” demek zorunda kaldı. Çünkü yanında başkaları vardı. Onlardan utandı, doğruları söyledi. “Ona iman edenler bir daha dönmüyorlar” dedi. Heraklius dedi ki “işte peygamberlerin eğitimi böyle olur.” Bu peygamberliğinin alametidir. Yani sahabe-i kiramın sebat göstermesi Peygamberimizin peygamberliğinin delillerinden olarak kabul edilmiştir, peygamber olmasaydı talebeleri bu kadar sağlam olamazlardı. Sağlam bir eğitim için önce tarla temizlenecek, ondan sonra tohum atılacak, sonra da gübre atılacak, su verilecek. Önce kalbin zakkumlardan, dikenlerden, taşlardan yani yanlış inanç ve hayat şekillerinden temizlenmesi lazım. Ondan sonra oraya ayet ve hadis tohumları atılacak. Sonra bunlar ibadetlerle, zikrullah ile sulanacak. İşte o zaman sağlam eğitim gerçekleşmiş olur. Temizlik yapılmadan dikenler, zakkumlar, taşlar, kayalar varken oraya tohum atılsa bile o dikenlerin içinde büyür ve meyve verir mi? Önce onları temizlemeliyiz. Böylece sağlam bir başlangıç yapılmış olacak. Sonra bu kalp ibadet, zikrullah ve ilim ile daha da sağlamlaşacak ve sapmayacaktır.
Hz. Peygamberin sebatı nasıldı ve bugünün Müslümanlarının sebatı nasıl olmalıdır? Efendimizin sebatı başına gelen bütün engellemelere rağmen devam etmesinden bellidir. Daha ilk yıllarda Efendimiz secdede iken Ukbe Bin Ebi Muayt geliyor ve üzerine deve pisliği boşaltıyordu. Efendimiz secdesine devam ediyordu. Kızı geliyor, onlara beddua ediyordu. Efendimiz: “Kızım üzülme! Allah senin babanı öyle bir dava ile gönderdi ki bu dava ile bazı insanlar aziz olacak, bazıları da zelil olacak.” diyordu. Mekke’de zulüm altında iken yanına gelip: “Ya Rasulallah! Bizim için zafer istemeyecek misin?” diyorlardı. Efendimiz buyuruyordu ki: “Acele ediyorsunuz, sizden evvelkilerin başına öyle şeyler geldi ki; boyunlarına kadar toprağa gömülüyorlar, sonra başları testerelerle ikiye biçiliyordu. Bir kısmının vücudunu demirden taraklarla tarıyorlardı yani etleriyle kemiklerini birbirinden ayırıyorlardı ama yine de dönmüyorlardı.”24 Siz görevinizi yapın, Allah’ın görevine karışmayın. Mücadeleye devam edin, sebat edin, yardım edecek olan Allah’tır. Efendimiz ashabını bu şekilde sebata davet ediyordu. Efendimizin de, Onunla birlikte iman edenlerin de aç kaldığına, korkulu günler geçirdiğine misaller çoktur. Vatanlarını, mallarını, mülklerini, ailelerini bırakmak zorunda kaldılar. 3 sene kadar ambargoya maruz kaldılar, Mekke’nin dışına itildiler, üç yıl orada yaşamak zorunda kaldılar. Bir kısmı açlıktan, susuzluktan şehid oldu. Ama yollarına devam ettiler. Davalar daima sebatkâr, cesaretli insanlarla yükselmiştir, sebatkâr olmayanlarla ve korkaklarla hiçbir dava yükselmez. Kur’an-ı Kerim Buruc suresinde ateşe atılanları misal verir. “Sadece Aziz ve Hamid olan Allah’a imanlarından ötürü bu şekilde cezalandırıldılar.”25 Başka bir günahları yoktu. Onlar davalarından dönmediler, zerre kadar geri adım atmadılar, sebat ettiler.
Allah Azze ve Celle gelecekten müjdeli haberler vererek Müslümanlara sebat veriyordu. Mesela; “مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلَى” “Ey Rasulüm Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı. Gelecek günler bugünden daha güzel olacak. Rabbin sen razı olana kadar sana verecek.”26 “Senin şanını yükselttik”27 Yani yükselteceğiz, sabret ve dayan. Allah Azze ve Celle bunları niye bildiriyordu? O’na moral veriyor ve sen yoluna devam et diyordu. Peygamberimiz de ashabına moral veriyor, ‘korkmayın’ diyordu. “Rabbiniz size verecek; bugünler geçecek, önünüze tabaklarla etli yemekler gelecek” diyordu. Bu sözleri aç, fakir, zayıf oldukları bir günde söylüyordu. “O gün ne kadar mutlu olacağız değil mi ya Rasulallah” dediler. “Hayır, bugününüz o günden daha güzeldir” buyurdu. Çünkü bugün sebat gösteriyor, direniyorsunuz. Bugün her saniyenize sevap yazılıyor. Bugününüz o günlerinizden daha güzeldir.” Bir taraftan onlara müjde veriyor, bir taraftan da sevabın nerede olduğunu gösteriyordu.
Ümmetinin geleceğine dair haberler veriyordu. “Benim ümmetimin misali yağmura benzer, bilinmez ki başı mı hayırlıdır yoksa sonu mu.”28 Yani ilerde benim ümmetim daha da büyüyecek ve yeniden yeryüzünde İslam Medeniyetini kuracak. Yine bir gün: “İstanbul’u ve Roma’yı fethedeceksiniz” buyurdu. Bize hep İstanbul’un fethini öğrettiler. Halbuki aynı hadisin içerisinde “Roma’yı da fethedeceksiniz”29 buyuruyor. Roma’nın fethini, moral bulmayalım, davamızda sebat etmeyelim, bu yoldan vazgeçelim diye bize öğretmediler. Artık böyle gider diye zannedelim, ümitsizleşelim, tembelleşelim ve onların batıl ideolojilerini, kapitalizmlerini, demokrasilerini, laikliklerini kabul edelim, gelecekten ümitsiz olalım ve onların Medeniyetleri içerisinde yer alalım diye bize öğretmediler.
Hakta sebat göstermekle hedefimize varabilir, kendi medeniyetimizi yeniden kurabiliriz. Hiçbir batıl ideolojiye sapmamalıyız. Demokrasilerde bütün haramlar serbesttir. Bizden bunu kabul etmemizi istiyorlar. Bu bir sapmadır. Müslümanlar başka ideolojileri kabul ederek hak yoldan sapıyorlar. Laikliğin kabul edilmesi nedir? Allah Azze ve Celle dünyayla ilgili hükümler koymamış, sadece ahiretle ilgili hükümler mi koymuştur? Müslüman olarak biz Allah’ın hükümlerini mi yoksa insanların koyduğu hükümleri mi tercih edeceğiz? Netice olarak; Sebat denildiği zaman evvela inancımızda sebatı, sonra farzları yerine getirmede, haramlardan uzak kalmada sebatı, ondan sonra da her türlü musibete, kâfirlerin baskılarına, zalimlerin zulümlerine karşı sebatı anlamalıyız.
Allah’a emanet olun.
Kaynak
1. Bakara 51 2. Taha, 83, 84, 85 3. Taha 94 4. Bakara 54 5. Araf 113, 114 6. Şuara 44 7. Taha 69 8. Şuara 46, 47, 48 9. İsra 101 10. Araf 123 11. Araf 124 12. Araf 125 13. Hucurat 13 14. Hucurat 13 15. Ebu Davud, Edeb 111-112 16. Bakara 117 17. Enfal 28 18. Teğabun 14 19. İncil, Matta 6:26 20. Yunus 107 21. Ali İmran 175 22. Bakara 250 23. Müsned, 1:262-263; Buharî, 4:3-4; Müslim, 3:1395. 24. Buharî 25. Buruc 8 26. Duha 3, 4, 5 27. İnşirah 4 28. İbn Hanbel, Taberani 29. Ramuzu’l-Ehadis, 478/5