Şu günlerde aklıselim değerlendirmeler yapan herkes Mehmet Şimşek’in başarılı olmasını bekliyor.
Çünkü ekonomide karamsar bir tablo yaşıyoruz ve bu konuda in küçük pozitif bir gelişmeyi bile alkışlamaya hazırız.
Ama Türkiye’nin hukuk ve demokrasi karnesini hatırladığımızda da endişeye kapılıyoruz. Kuşkusuz Şimşek, ekonomik göstergeleri iyileştirmek konusunda rasyonel adımlar atacaktır. Zaten yaşadığımız ekonomik kaostan çıkmanın başka bir yolu da gözükmüyor.
Ancak bu kadar irrasyonel ekonomik gidişattan sonra, Türkiye’nin hem içeride hem de uluslararası piyasalarda ‘güven’ oluşturabilmesi için sadece Mehmet Şimşek isminin yeterli olmayacağı da bir gerçek.
İşte esas problem de tam bu noktada başlamaktadır. Zira iktidar son yıllardaki icraatlarıyla ‘hukuk devleti’ anlayışını büyük bir zaafa uğratmış ve Türkiye’yi ‘hukukun üstünlüğü’nün olmadığı bir ülke fotoğrafına mahkum etmiştir.
Dolayısıyla Mehmet Şimşek’in ekonomide bir başarı hikayesi ortaya koyabilmesi için öncelikle hukuki alanda Türkiye’yi ‘gri alan’a düşüren bu fotoğrafın değiştirilmesi elzem hale gelmiştir. Aksi taktirde dünyadaki hiçbir ciddi yatırımcı için Türkiye cazip bir ülke olamayacağı gibi, iktidarın hasretle beklediği uygun ve ülkenin acilen ihtiyacı olan dış kredi musluklarının açılması hiç kolay olmayacaktır.
Daha somut ifade etmek gerekirse, Türkiye’nin Anayasa’nın 90. Maddesini değiştirerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bağlamında iç hukukunun parçası haline getirdiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kesin ‘serbest bırakma’ kararlarına rağmen, iş insanlarını, siyasetçileri cezaevinde tutmaya devam ettiği müddetçe bu ülkeyi güvenilir bir liman haline getirmesi asla mümkün değildir.
Şu günlerde iktidarın yeni bir ‘hukuk reformu’ hazırlanacağı yönündeki söylemlerini elbette pozitif değerlendirmek gerekiyor. Ancak iktidar son yıllarda her vesileyle ‘reform’ vaadinde bulunmasına rağmen, bugüne kadar hiçbir somut adım atılamamıştır. Bu yüzden de yeni reform dillendirmelerine biraz temkinli yaklaşmakta yarar var. Umarız bu reform adımları hukuk dışı uygulamalara cevaz veren, yani ‘ayak uyduran’ bir hukuk ortaya çıkarmaz.
AK Parti iktidarının ilk on yılını hariç tutarak söylemek gerekirse, maalesef önemli fırsatlara rağmen, son 12 yılda Türkiye’nin dört başı mamur bir hukuk devleti olma imkanları heba edilmiştir.
Eğer AK Parti gerçekten bu ülkeyi anayasal bir demokrasiye kavuşturmak isteseydi, parlamentoyu çok etkin bir şekilde kullanarak hem Türkiye’yi herkesin gıpta ile bakacağı bir hukuk devletine kavuşturabilir hem de güçlü bir refah toplumu oluşturabilirdi. Bugün itibariyle hangi gerekçeleri ortaya koyarsa koysun, AK Parti kesinlikle gerçek anlamda bir hukuk devleti istemedi, dolayısıyla bu başarısızlığın vebali ona aittir.
Ancak AK Parti iktidarının, güçlü bir hukuk devleti talebinin olmamasını sadece siyasi gerekçelerle izah etmek de eksik bir analiz olacaktır. Zira genel anlamda Müslüman toplumların ‘devlet tasavvuru’, evrensel hukuk normlarına dayalı bir ‘hukuk devleti’ anlayışıyla örtüşmemektedir. Dolayısıyla AK Parti’yi oluşturan aktörlerin zihin dünyası da bu gelenekten bağımsız değildir. Bu zihniyet yapısı sadece AK Parti ile de sınırlı değil elbette. Ne yazık ki bu toplumu oluşturan farklı dini, ideolojik ya da kimliksel aidiyete mensup hemen bütün toplum kesimleri için insan hakları temeline dayalı ‘hukuk devleti’ anlayışı kesinlikle hayati bir ihtiyaç değildir. Çünkü Müslüman toplumlarda ‘siyasi meşruiyet’in kaynağı büyük ölçüde hukuk değil, devletin bekası için otoriteye itaati esas alan yaklaşımdır.
Maalesef yüzyıllar içinde Müslümanların siyaset felsefesindeki tavırları değişimci ekole göre değil, meşrulaştırıcı ekole göre şekillenmiştir.
İslam tarihinde ulemanın ‘istibdada cevaz verme’ niteliği taşıyan fetvalarını ’ayak uydurma fıkhı’ olarak tanımlayan Muhammed Muhtar Şankıti’nin bu konudaki şu ifadelerinin günümüz sorunlarına bakışta farklı bir pencere açacağı kanaatindeyim: “Tarihin akışı, İslam siyasi fıkhının genel olarak ‘ayak uydurma, cevaz verme’ fıkhı olmasına hükmetmiştir. Bu yüzden İslam kültürüne ‘siyasi meşruiyet’ mantığından ziyade ‘siyasi şer’iyye’ mantığı hakim olmuştur. İki terim arasında büyük bir farklılık vardır. Bilindiği üzere ‘siyet-i şer’iyye’ kavramı tarihimizdeki terimlerden biridir. Bu terim; ilkelerin, baskıcı gücün gerçekliğine uyum sağlamasına ve meşru bir siyasi otorite kurmaktan ümit kesildikten sonra istibdat yönetimi altında kurtarılması mümkün olanı kurtarmaya çalışma esasına dayanan ‘ayak uydurucu fıkhın’ bir ürünüdür. ‘Siyasi meşruiyet’ ise gerçekliğin ilkelere uymasını talep eden hukuki bir kavramdır.” (İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz, s.60)
Şu anda Türkiye’de ekonomiden hukuka kadar her alanda yaşadıklarımıza biraz da bu pencereden baktığımızda, eminim zihinlerimizde bazı meseleler daha bir vuzuha kavuşacaktır.