Ahmet Taşgetiren yazdı.
Kendilerini “İlahiyatçı” diye niteleyen 14 kişi, bir bildiri yayınladı. Bildiriyi t24 haber sitesi şöyle haberleştirdi:
“İlahiyatçılardan ortak bildiri: Şeriat hukuku, dönemin Arap toplumunda değişime öncülük eden ilk uygulamaları içerse de güncel yaşamda insan onuruna yakışır bir karşılığı yoktur.”
Bu haberleştirme bildirinin “Şeriat karşıtı” bir mesaj vermek için yayınlandığı izlenimi verebilir. Acaba söz konusu ilahiyatçıların maksadı da gerçekten o mudur?
Ben bildirinin tümünü okuduğumda, maksadın “İslâm ile şeriatı ayrıştırmak” olduğunu düşündüm. Sanki şöyle düşünülmüş: Şeriat ile ilgili olumsuz bir algı var, biz de, üstelik “ilâhiyatçı” titrimizle o algıyı paylaşıyoruz, ama o algının İslâm’a da yönelmesini önlemek istiyoruz. Bu sebeple farklılığı vurgulamak istedik.”
Benim bu kanaatimi paylaşmayanlar, hatta iyimser bulanlar olabilir. Bildiriye imza atanların “şeriat karşıtlığı”nı temel kabul edip, İslâm’la ilgili kanaatlerini söylenmemiş gibi duşunenler çıkacaktır.
Peygamberimizin hayatına yönelik sorgulamalarla başlayıp ateizme kadar uzanan tartışmalar bağlamında, şeriata negatif bakan bir yaklaşımın, dini muhitlerde “İslâm sorgulaması” olarak okunması mümkündür.
İlâhiyatçıların bildirisinde İslâm’la ilgili cümleleri aynen almak isterim: “İslâm dini, inanç, ibadet ve ahlâk esasları olarak şeriattan kesinlikle ayrıdır. Şeriat uygulanamaz olsa da İslâm dini, iman esaslarıyla, uygulama olarak da namaz, oruç, hac, zekât vb. ibadetleriyle, ahlâkî açıdan ise helâl – haram anlayışıyla yüzyıllardır yaşanan ve bundan sonra da daima yaşanacak olan son ilahi dindir. İslâm azizdir ve şeriatla kısıtlanamayacak denli değerlidir.”
Bildiride ilâhiyatçılar, “Aziz ve değerli” diye niteledikleri İslâm’ı “İman, ibadet, ahlâk” olarak çerçeveliyor, “İslâm Şeriatı denilen kavram”ı ise önce “dönemin Arap toplumunda değişime öncülük eden” uygulamalar olarak tanımlıyor, ardından “Şeriatın İslâm’ın kendisi olmadığını, zira şeriat kurallarının çok azının kaynağının Kur’an ayetleri olduğunu, o ayetlerin de çoğunun dönemsel olup esbab-ı nüzul çerçevesinde anlaşılması ve yorumlanması gereken hükümleri içerdiğini” ifade ediyorlar.
İlâhiyatçıların bildirisinde şeriat kavramının terminolojik planda Arap dilinde “dilimizdeki hukuk sözcüğünün karşılığı” olduğu tarzında bir tespit var. Bildiride şu not da var: “Gerek dinsel inanışları referans alan gerekse laik ve seküler dünya görüşüne dayanan yasalar Arap dilinde şeriat sözcüğü ile ifade edilir.”
Böyle bakıldığında ilâhiyatçılar açısından “Dinsel inanışları esas alanlar” olduğu gibi herhangi bir “laik – seküler yasaya” da “Şeriat” denebileceği sonucu çıkıyor.
O açıdan bakıldığında laik – seküler sistemler de, kökenlerinin ayrıca hangi dini inançlardan kaynaklandığı sorgulaması bir yana, şeriat düzenleri olarak mütalaa edilebilir.
Ancak ilâhiyatçılar, bildirinin sonunda etkili bir laiklik vurgusu yapmakta, “laikliğin dinin doğru ve özgürce yaşanabilmesi için yaşamsal önem taşıdığını” ifade etmekte, ayrıca “bütün halkımızı, aziz dinimiz İslam’ı yaşarken aynı zamanda büyük Atatürk’ün ve şehitlerimizin emaneti olan; laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti devletimize sahip çıkmaya davet ediyoruz” demektedir.
İlâhiyatçılar, muhtemelen “devletin dini olur mu?” tartışmalarından hareketle “Devletin dini adalettir” özdeyişini de not ediyor. Ben oldum olası bu özdeyişin “Din – Devlet ilişkisi”nde, dini aidiyetleri dışlama çerçevesinde kullanılmasını yadırgamışımdır. Özellikle ilâhiyatçı bir topluluğun, hem Adalet vurgusu yapıp, hem de İslâm gibi, bağlılarına “adaleti ayakta tutmayı” ısrarla empoze eden bir dinin, mesela devlet adamlarını da etkiliyor olmasını neden göz ardı ettiğini anlamamışımdır.
Sonunda ülkeler bir sistem yapılanması gerçekleştiriyorlar. Onun için temel ilkeler belirliyorlar. Bunu yaparken sistem kurucular, ilâhiyatçılara “Bize İslâm’ın insan için, toplum için, devlet için öngördüğü temel esesları bildirin” diye başvursa “İslâm’da böyle bir şey yok” diye mi cevap vereceklerdir?
Keşke “şeriat tartışması”na, ezberlenmiş dışlayıcı başlıklarla ve onlardan kaynaklanan negatif perspektifle değil, Mecelle’nin “Ezmanın değişmesi ile ahkâm da değişir” yaklaşımına paralel olarak, “İslâm’da, Kur’an’da yer alan şu ölçüler, bütün zamanlar ve tüm insanlık için ilham kaynağı olabilir!” gibi bir yaklaşım sergileyebilselerdi. İslâm’ın “Ahlâk duyarlılğı” için “Helâl – Haram yaklaşımı”nın altını çizen bir ilahiyat çizgisi, bu yaklaşımın tüm hayat içinde nasıl bir insan kalitesi ortaya çıkaracağını da seslendirebilirdi. İslâm’ın, Kur’an’ın “hukuk hassasiyeti”, 100 yıldır “Hukuk devleti olabilme” mücadelesi veren seküler yapılar için de, üstelik “ilâhi bir denetim” etkinliğinde çok daha belirleyici olmaz mıydı?
Kendimi dindar bir insan olarak tanımlayabilirim. “İlâhiyatçı” kimliği altında toplanan bir grubun bu tarz yaklaşımını gördüğümde kendimi yüreğimden darbelenmiş hissediyorum. İslâm toplumlarına ilişkin kimi eleştirilerinin önemli olduğunu düşünsem de… Başka bir dil isterdim, başka bir yaklaşım, daha sağlıklı bir duruş… Üstelik Hazreti Peygamberin kişiliğinin didiklendiği bir vasatta, Kur’an tarafından, onun “Yüce bir ahlâk üzere olduğu” ve “âlemlere rahmet olarak gönderildiği” bilgisinin altı çizilseydi… Kur’an’ın neresinde bu “ilâhiyatçı” topluluk, bu bildiri asıl o konuda netleşmiş bir yerde durmuyor. Ve asıl sorun orada…