İMANDAN DOĞAN CESARET

Eklenme Tarihi: 24 Kas 2015
6 dk okuma süresi

Bizleri imanla nimetlendiren Yüce Rabbimize sonsuz hamdler olsun. Salât ve selam da imanın sonsuz gücünün emsali olan Efendimiz Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in üzerine olsun… Tüm kardeşlerimi Allah’ın selamı ile selamlıyorum.

Cesaret yani diğer adı ile şecaat; kişinin ihtiyaç durumunda, şiddet ve tehlikelere karşı koymak hususunda kalbinin yılmaması, ölümü dahi küçümsemesi demektir. Başka bir deyimle; yine gerektiğinde kişinin gözünü budaktan sakınmamasıdır. Cesaret insanda sevilen, övülen ama yaşanması, elde edilmesi zor olan önemli bir meziyettir. Tüm insanlar cesurları severler, onlara gıpta ederler.

Hayatımızda alacağımız önemli kararlar çoğunlukla cesaret ister. Atılımlar cesaretle gerçekleşir. Kırılması gereken yanlış kalıplar ancak cesaretle kırılır. Haksızlıklara başkaldırabilmek cesur bir yüreğe sahip olmadan mümkün olabilir mi? Yanlışların etrafımızı kuşattığı, haksızlıkların her tarafta kol gezdiği bir zamanda yaşıyoruz. Tüm insanların kabul ettiği bir yanlışa ‘dur’ diyebilmek, haksızlık yapan zalime ‘yapma’ diyebilmek, ya da tamamen unutulduğu bir zamanda tüm şimşekleri üstüne çekme pahasına hakkı haykırabilmek; YÜREK İŞİDİR. Ve her yürek bunu taşıyamaz. Fıtrattaki atılganlık, gerçek cesaretin kazandırdığının belki sadece az bir kısmını sağlayabilir. Peki, cesaret ne ile kazanılır? İnsana bu gücü veren nedir? İnsan arkasında kuvvetli bir dayanak hissettiğinde güçlü olur. Allah’a iman, kuvvetli bir dayanaktır. Dayanak Allah’tır ama Allah’a bağlılık derecesinin zayıflığı, dayanağı zayıflatır ve kişiyi korkaklaştırır. O halde kişinin cesareti, hakka bağlılık derecesine göre kuvvet kazanır. İman öyle bir şeydir; girdiği yüreğe vitamin verir, güç verir.

İman sahibi şu bilince erdiğinde artık onun için korku-endişe bitmiştir: “Ben kâinatın sahibine gönül verdim… Yegâne Kudret’e… Şu koca kâinatı yok etmeye bir komutu yeterli olana… Azameti cihanı sarmış, kudretine arş-ı âlâ boyun eğmiş, ‘yürü’ dese dağlar yürüyecek, ‘dur’ dese evren duracak, ‘topla ışıklarını’ dediğinde güneş dürülecek… Saniyeler içinde arzı zangır zangır titreten ve kuşlar, böcekler emrinde bir ordu olan Yüce Allah’a…”

İşte böyle bir iman, Müslüman kişiye dünyaya meydan okuma kuvveti kazandırır. Bu iman Allah’ın hakkının tanınmamasına dayanamaz, hükmünün icra edilmeyişini kabullenemez, O’na isyana tahammül edemez. Hakkı haykırma arzusu onun gözünde hiçbir korku bırakmaz.

Bunun açık misalini ilk müslümanlardan olan İbn-i Mes’ud’un hayatında görüyoruz. O, kalbine iman girdiğinde yerinde duramıyordu. Bu hakikati tüm dünya duysun istiyor, yüreğine düşen yangın -iman ateşi- onu rahat bırakmıyordu. Kâbe’ye gidip müşriklerin içinde Kur’an okumak için Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den izin istedi. Efendimiz; “Sana zarar verirler” buyurdu. O bunu bile bile Kâbe’ye yürüdü ve müşriklerin ortasında Kur’an okumaya başladı. Bu cesaret karşısında dehşete düşen müşrikler ona saldırdılar ve dövmeye başladılar. Bu duruma şahit olanlar, ‘nerdeyse kandan bir heykele dönmüştü’ dediler. Efendimizin yanına döndüğünde Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselam; “Ben, sana zarar verirler demedim mi?” buyurduğunda İbn-i Mes’ud Radıyallahu Anh; “Gerekirse yine yaparım” diyerek o anda çektiği ızdıraba rağmen yaptığından pişman olmadığını dile getiriyordu. Kur’an’ı Kerim Yunus suresi 71. ayette; Ulu’l Azm yani azim, istikrar, cesaret sahibi peygamberlerden olan Hz. Nuh hakkında da böyle bir misal verir. “Onlara Nuh’un haberini oku. Hani kavmine demişti ki: Ey kavmim, benim makamım ve Allah’ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa ben, şüphesiz Allah’a tevekkül etmişim. Artık siz ortaklarınızla toplanıp bana ne yapacağınıza karar verin. Bu konuda hiçbir şeyden de çekinmeyin, sonra hakkımdaki hükmünüzü -bana süre tanımaksızın- uygulayın.” Nuh Aleyhisselam bu ifadeleriyle tevekkülden doğan cesaretin zirvesini bize göstermiş olmaktadır. Yani; “Siz ne yaparsanız yapın ben vazifemden asla vazgeçmiyorum.” Kâinatın sahibine, en kuvvetli istinadgâha (dayanağa) dayanmış bir kulun müthiş ifadeleri! Ve onun bu dik duruşu karşısında acze düşmüş kocaman bir millet!

Böyle bir dava adamını ne tehditler ne de teklifler yolundan döndürebilir. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hayatı bunun sayısız misalleriyle doludur. Bir defasında Kâbe’de namaz kılarken Ukbe b. Muayt geldi, üzerine çullandı ve elbisesinin parçasını Efendimizin o mübarek boynuna dolayarak sıkmaya başladı. O kadar acımasızca sıkmaya devam etti ki; Efendimizin takati kesildi ve dizlerinin üzerine düştü. O sırada Hz. Ebu Bekir yetişerek olaya müdahale etti. Bu azılı müşriğin yaptığı belki öldürmeye çalışmak belki de öldürmekle tehdit etmekti. Ama olayın hemen sonrasında Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselam Kâbe’de oturan diğer müşriklerin yanına yürüdü ve “Ben size bunun için geldim” buyurarak eliyle boğazını keser gibi işaret etti. Yani “Siz beni tehdit mi ediyorsunuz? Asıl ben sizi tehdit ediyorum” diyordu. Bunu söylerken arkasında ordusu yoktu. Ailesi bile yoktu. Sadece Rabbi vardı. YETMEZ Mİ? Arkasında kimsenin olmadığını bildikleri halde bu cesur duruştan o kadar korktular ki ortamı yumuşatmak için; “Sen aklı başında bir adamsın bu olayı bu kadar büyütme” demek zorunda kaldılar. Böyle bir cesaret akıl ile anlaşılamaz, ancak kalp ile anlaşılır. Hakka bağlılığın zirvesi ve Yüce Rabbe duyulan aşk bu gözü karalığın kaynağıdır. Yüce Rabbimize olan imanın kuvveti ve haklının yanında olma ahlakı kişiye böyle cesur bir duruş kazandırırken bir de kuvvetli Allah sevgisi müslümanı engel tanımaz bir mermiye dönüştürür. Bir aşığın; sevgilisine doğrultulan silahın önüne geçmesi de böyle bir cesarettir. Bir yandan hissettiği kuvvetli sevgi sebebiyle ona bir şey olmasındansa kendisine olmasını ister, diğer yandan ise bu çabasıyla ona olan sevgisini ispatlamış olur. Allah’a aşk ile bağlı olan kişi de Rabbinin hakkının çiğnenmesine dayanamadığı gibi bir de; O’nu ne kadar çok sevdiğini, yoluna baş koyduğunu O’na göstermek ister. İşte bu duygular kişiye canından bile kıymetli gelir de böyle akılalmaz bir cesaret kazandırır. Bu kalp olgunluğuna ve mutmainliğine eren bir Müslüman artık Allah’tan başkasına boyun eğmeyecek, O’ndan başkasından korkmayacaktır. O artık ancak Rabbinin rızasının dışına çıkmaktan, O’nun hakkını verememekten korkar. Rabbinin huzurunda; kalbindeki takva ve muhabbet sebebiyle huşu ile tir tir titreyen vücudu, Allah düşmanlarının karşısında bir aslana dönüşecektir. Kur’an’ı Kerim bu durumu çok güzel ifade eder ve istediği kul modelini bize sunar. “Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse, Allah (onun yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu,’ Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.”1 , “Onlar Allah’ı seviyorlar. Allah da onları seviyor.” Çünkü onlar; mü’minlere karşı alçak gönüllü, yumuşak, hoşgörülü ve merhametli; kâfirlere karşı ise cesur, güçlü ve onurlu, Allah yolunda mücadele etmekte kararlı ve Allah’tan başkasından korkmadan, kimsenin kınamasına aldırmadan hakkı ayakta tutmak için çaba sarfedenlerdir. Kalplerindeki Allah sevgisi onları Allah’ın dostlarına karşı merhametli yaparken; bu sevgiden doğan cesaret düşmanlarının korkulu rüyası haline getirir. Yine Ahzap Suresinde “Ki onlar Allah’ın risaletini tebliğ edenler, O’ndan içleri titreyerek korkanlar ve Allah’ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter.”2 buyrulmaktadır.

Bu cesaretin en önemli kaynağı vazifesini bilmek ve vazifeyi veren yüce makama mutmain bir kalple dayanmaktır. Kendisinin her an Allah’ın gözetiminde olduğuna, düşmanının işlerinin de Allah’ın elinde olduğuna inanan mü’min tam bir tevekküle ulaşır. İşte bu tevekkül korkusuzluk doğurur. Bir defasında, Hz. Peygamber bir ağacın altında uyurken müşriklerden biri kılıcını kaldırır ve “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” diye sorar. Peygamberimiz, hiç korkmadan ve telaşa kapılmadan; “Allah” cevabını verir. Bu cevap karşısında hayrete düşen ve korkuya kapılan müşrik kılıcını elinden düşürünce, Hz. Peygamber kılıcı alır ve “Peki, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” buyurur. Müşrik korkudan hemen eman diler ve Efendimiz de onu affeder. Efendimizin bu korkusuz ve yüce tavrı o müşriğin Müslüman olmasına sebep olur.

Allah’ın emri olmadan bir yaprak düşmez. O’nun izni olmadan bir taş kıpırdamaz. O’nun haberi olmadan bir karınca dahi hareket edemez. Bu inanç doğrultusunda mü’minin tavrı şu olmalıdır; Ben hakkı haykırayım! Başıma gelebileceklerden Rabbim elbet haberdâr! Dilerse korur, kimse bana zarar veremez. Dilerse korumaz bu da benim için bir şereftir, şehadettir…

1. Maide,54 2. Ahzab,39