Yusu Kaplan yazısında 'Müslümanların konuşlandıkları yer, İslâm değil, Batı, ifadelerini kullanan Kaplan, "Medeniyet krizi bu işte: Müslümanca duyma, algılama, görme, bakma biçimlerimizin de, Müslümanca varolma ve yaşama zemin'imizin de yerle bir olması! Zihnimizin, çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşmesi ve ölmesi, dünyamızın Batılı / seküler kavramlar ve kurumlar tarafından şekillendirilmesi ve yok olması!" dedi.
Yazının Tamamı:
İslâm dünyası” diye bir yer yok: “İslâm dünyası”, İslâm'ın dünyası, İslâm'ın şekillendirdiği bir dünya değil çünkü. İslâm dünyasını, iki yüzyıldır Batılılar şekillendiriyor: İslâm dünyasının haritalarını Batılı emperyalistler çizdiler; sürgit karmaşıklaşan, içinden çıkılmaz boyutlar kazanan temel sorunlarını da Batılılar belirlediler. İKİNCİ MEDENİYET KRİZİ: İLK FETRET DÖNEMİ Müslümanlar, iki asırdır, tarihlerinin ikinci büyük medeniyet kriziyle karşı karşılar: Bir fetret dönemi bu! Müslüman zihninin ve Müslüman mekânının çökmesi. Müslümanların hem Müslümanca duyma algılama ve düşünme biçimlerini kaybetmeleri hem de Müslümanca varolma ve yaşama zemin'lerini yitirmeleri. O yüzden Müslümanlar, dünyaya, eşyaya ve kendi yaşadıkları sorunlara İslâmî perspektiflerle değil, zihinlerini ve hayatlarını şekillendiren Batılı perspektiflerle bakıyorlar yalnızca. Yakıcı ve yıkıcı gerçek bu, ne yazık ki! Neden peki? KONUŞLANDIĞINIZ YER, KONUŞMANIZIN İÇERİĞİNİ BELİRLER Bunun nedenini anlayabilmek için zihin ve ufuk açıcı bir ilke verelim burada: Konuşlandığınız yer, konuşmanızın içeriğini belirler. Konuşlandığınız yer, konuşmanızın ihtivasını da, muhit'ini de şekillendirir. Konuşlandığınız yer, konuşmanızın dil'ini, yer'ini ve yön'ünü tayin eder. Müslümanların konuşlandıkları yer, İslâm değil, Batı.İslâm'dan, İslâm düşüncesinden, İslâm tarihinden sözettiklerinde de konuştukları “şey”, İslâm da, İslâm düşüncesi de, İslâm tarihi de değil, sadece ve sadece Batı. Şunu bileceksiniz: Durduğunuz / konuşlandığınız yer, gördüğünüz şeyi belirler: Nerede durduklarını bilemeyenler, nereye, ne'yle, niçin ve nasıl gitmelerini de aslâ bilemezler! FATİH'İN TORUNLARI MIYIZ BİZ? Burada teorik olarak söylediklerimizi bir örnekle daha iyi anlaşılır kılalım: İstanbul'un fethini nasıl anlıyor ve anlatıyoruz? Aynen şöyle değil mi: “Fatih, İstanbul'u fethetti ve Ortaçağ'ın karanlıklarına son verdi, Rönesans'ı başlattı”(!) İstanbul'un fethi gibi özelde bizim tarihimizin en önemli hâdisesini, genelde ise İslâm tarihinin en önemli hâdiselerinden birini bile, hâlâ Avrupa tarihi üzerinden, Avrupa-merkezci perspektiflerle anlamaya ve anlatmaya kalkışıyoruz! Nedir bu? Tam bir zihnî körleşmedir! Şunu hiç düşünmüyoruz bile: Fatih'e ne Ortaçağ'dan? Bizim “Ortaçağ” diye bir tarihimiz yok ki! Rönesans bizim tarihimizin bir parçası değil ki! MEDENİYET KRİZİ, ZİHNİMİZİ ÇAĞDAŞ HURAFELER ÇÖPLÜĞÜNE DÖNÜŞTÜRDÜ! Tam bir zihinsel cinayet bu: Konuşlandığımız yer, bizim tarihimiz değil, Avrupa tarihi. Aynı şekilde konuştuğumuz şey de, görünüşte bizim tarihimiz ama gerçekte Avrupa tarihi! Medeniyet krizi bu işte: Müslümanca duyma, algılama, görme, bakma biçimlerimizin de, Müslümanca varolma ve yaşama zemin'imizin de yerle bir olması! Zihnimizin, çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşmesi ve ölmesi, dünyamızın Batılı / seküler kavramlar ve kurumlar tarafından şekillendirilmesi ve yok olması! O yüzden 2 asırdır tarihi biz yapmıyoruz, başkalarının yaptıkları tarihte tatil yapıyoruz yalnızca; sürükleniyoruz oraya buraya... Tarihte yaşadığımız bu ilk fetret dönemi, Müslümanların hem İslâm'la hem de İslâm'ın dışındaki bütün dünyalarla ilişkilerini sakatlayan ve varoluşsal bir bunalım yaşamalarına yol açan çift yönlü temassızlık hâli üretti: İslâm'la kurduğumuz ilişkiler de, Batı'yla kurduğumuz ilişkiler de sığlaştı, sahteleşti ve yüzeyselleşti. YANLIŞ SORULARIN DOĞRU CEVABI OLMAZ! Bu süreçte, krizi aşabilmek için yapmamız gereken ilk şey şey ne, peki? Eğer içinde yaşadığınız dünyanın temel varoluşsal sorunlarını, ait olduğunuz medeniyet coğrafyanızın temel varoluşsal sorunlarını ve nihayet ülkenizin temel varoluşsal sorunlarını hakkıyla bilemezseniz, doğru sorular soramazsınız. Yanlış sorular sorarsınız sürekli olarak. Ve yanlış soruların da doğru cevabı olmaz hiç bir zaman. Daha da önemlisi, yanlış sorular sorarak hiç bir köklü sorunu kökten, kalıcı olarak çözemezsiniz; aksine sürekli yapay çözümler üretirsiniz ve sorunlarınızı kangrene çevirirsiniz. Sonunda vaziyeti anlarsınız ama iş işten çoktan geçmiştir artık. TANIYAMADIĞINIZ ÇAĞI DEĞİŞTİREMEZSİNİZ! Söz'ün öz'ü: Çağı tanıyamazsanız, tanımlanırsınız ve tanımlandığınızı da farkedemediğiniz için oraya buraya doğru yuvarlanır durursunuz yalnızca. Çağı tanıyamazsanız, tanımlanır, nesneleşirsiniz: Çağ, sizin için tam bir ağa dönüşür; sizi tanınamayacak hâle getirir, ağlarına alır, dönüştürür ve bitirir. Çağı tanıyamazsanız, çağ'ın ağları, bağları, bağlamları ve kavramları, zihninizi tam anlamıyla çağdaş hurafeler çöplüğüne çevirir; dil'inizi, yer'inizi ve yön'ünüzü kaybeder, çağ'ın ağlarının içinde debelenir, oraya buraya sürüklenirsiniz ve sonuçta, ortada size ait bir çağrı'nız kalmaz, çağrı'nızı da yitirirsiniz. Çıkış yolu: Ümmîleşme süreci: Önce zihinsel hicret. Ümmîleşmeden, ümmetleşilemez çünkü. Çağı tanıyarak, çağ'ın ağlarını, bağlarını, kavramlarını terketmek; çağrı'nızın çağını kuracağı uzun bir yolculuğa çıkmaya hüküm giymek... Ve, çağı tanıyarak, çağı tanımadığınızı ilan etmek!