İnsanlık bugün, Rablerine ve davalarına karşı samimi, sorumluluklarının bilincinde olan, içinde bulunduğu toplumun problemlerine çare arayan, çevrelerinde meydana gelen olaylardan haberdar, bu dine hizmet için koşturan ve çalışmalar yapan davetçilere muhtaçtır. İslam Medeniyeti’nin yeniden ihyası ve yalnız Müslümanların değil, insanlığın kurtuluşu için, İslam’a davetin ve bu daveti yüklenecek kadroların olması zaruridir. “Peygamberlerin risâletini yüklenen ve beşeriyet için, insan vücudunun hayat damarı mesabesinde olan Müslümanların gerilemesi, devletlerinin yok olması, zayıf, iktidarsız alelâde bir milletin gerilemesi gibi değildir. Bilâkis, beşeriyetin ruhunu teşkil eden risâlet davasının gerilemesi, din ve dünya nizamının üzerinde oturduğu temelin yıkılması demektir”1 diyen Ebul-Hasen En-Nedvi, İslam Medeniyeti’nin yeniden ihyasının zaruretine işaret etmektedir.
İslam’a davet; kişinin kendi nefsinden başlayarak, yakın çevresinden itibaren, bulunduğu toplumdaki tüm fertleri Allah’ın yoluna çağırmakla yükümlü olduğu, meşakkatli olduğu kadar, izzetli ve kutsal bir vazifedir. İnsanlık tarihi boyunca peygamberler ve onlara tâbi olanlar, davet yolunda her şeylerini ortaya koymuşlar, bu görevi Allah’a yaklaşma vesilesi bilmişlerdir. “De ki: Bu benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah’a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.”2 Peygamberlere uymakla yükümlü olan Mü’minlerin vazifesi de bu görevi sürdürmek, her şart ve zamanda görevi yerine getirmektir. Ümmet, kıyamete kadar bu sorumluluğu taşımakla yükümlüdür. “İslam toplumunun gerçekleşmesi, bizâtihi vacip olduğuna göre, -netice olarak- onu meydana getirmek için gerekli olan her vesile de vaciptir.”3 Allah (c.c)’ın gönderdiği tüm Rasullerin ve onların izinden giden nice davet önderlerinin hayatlarını bu uğurda vakfetmeleri, davetin önemini açıkça ortaya koymaktadır. İslam’a davetin temelini teşkil eden Emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münkeri yerine getirme vazifesi, İslam Ümmetinin vasfı, İslam davetçilerinin şiarı olup, bütün Müslümanlara emredilmiştir. Âlimlerimizin belirttiği gibi; İslam toplumunun yolunda, sağında, solunda tuzaklar kuran, hedeflerine varma yolunda şehevî duyguları ve nefsî arzuları kullanarak önlerini tıkayan kimseler yokken, İslam’a davet etmek farz-ı kifâye idi. Günümüzde ise, şer odakları her türlü maddî imkânlarını kullanarak fitne ve fesat yaymakta, dinin önünü her türlü engellerle kapatmaktadırlar. Dolayısıyla bu gün davet görevi, kadın-erkek her Müslüman’ın üzerine farz-ı ayn’dır.
“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslâm’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz…” 4 Hz. Ömer (r.a), hayırlı ümmetten olmanın bu ayetle iyiliği emredip, kötülükten sakındırma şartına bağlandığını söylemiş, bu şartı yerine getirmeden, hayırlı ümmet olunamayacağını bildirmiştir. “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar.”5 İmam Kurtubî bu ayeti tefsir ederken şöyle demiştir: ‘Allah-u Teâlâ, ma’rufu emretmek ve münkeri nehyetmek hususunu, mü’minler ile münafıklar arasındaki fark olarak göstermiştir. Bu ayırım; başında İslâm’a davet etmek olmak üzere ma’rufu emretme ve münkeri nehyetme işinin mü’minlerin en önemli özelliklerinden olduğuna delâlet etmektedir.’
İnsanların kurtuluşuna vesile olmak, aslında bir manada insanın kendisinin kurtuluşunu sağlamaktadır. Kur’an’ın ifadesiyle ‘bir boynu kurtarmak’ (fekku rekabeh), nefsine veya kendisi gibi kullara köle olmuş bir insanın hidayetine vesile olmak, aslında kendimizi kurtarmaktır. Ebu Hureyre (r.a)’den rivayetle Efendimiz(s.a.v) şöyle buyuruyor: “İnsanları doğru yola çağıran kimseye, kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını sapıklığa çağıran kimseye de kendisine uyanların günahı gibi günah verilir. Ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.”6 Bu anlamda hayırda öncülük yapmak kişinin amellerinin kat kat artmasını sağlamaktadır.
Yine İslam’a davet görevini terk etmenin, aynı gemide yolculuk ederken gemiyi delmeye çalışanları seyretmek anlamına geldiğini Rasulullah (s.a.v)’in şu veciz hadisinden anlıyoruz: “Allah’ın hudutlarını koruyan ile bunları aşan kimseler; kura sonucunda bir kısmı geminin güvertesine, bir kısmı da alt kata yerleşen yolculara benzerler. Su ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli üst kata uğramak mecburiyetinde olan alt kattakiler; “Biz bulunduğumuz yerde bir delik açsak ve yukarıdakilere hiç dokunmasak’ derlerse ve yukarıdakiler de bunları arzularına göre bırakırsa hepsi helâk olur. Onları engellerlerse hepsi kurtulur.”7
Bu hadis durumumuzu çok açık bir şekilde özetliyor. Tarih boyunca birileri bu gemiyi delmeye, birileri de ne pahasına olursa olsun geminin delinmesini önlemeye çalışmıştır. Bu mücadele bu şekliyle günümüze kadar intikal etmiştir. Bir yanda ümmetin gemisi (Allah’ın hudutları, dini yani düzeni) çeşitli yerlerinden delinmeye çalışılırken, diğer yandan canıyla malıyla bu gemiyi deldirmeyip kendilerini bu uğurda feda edenler olmuştur. Deyim yerindeyse ümmetin gemisinin gedikleri bu gün her zamankinden fazla, bu gedikleri kapatacak fedakâr insan sayısı ise çok azdır. İçinde bulunduğu geminin batışına seyirci olmak gemiyi delenlerle beraber olmak anlamına gelmektedir. Bu gidişata dur diyebilmek ise gerçek manada davetçi olmakla mümkündür.
Burûc suresiyle ilgili olarak zikredilen (ashab-ı uhdud) kral ve genç hadisindeki gencin tavrını sergileyebilmek, bazen kitlelerin uyanışına vesile olmaktadır. O genç, kendisini öldürmek için götüren askerlerin elinden kurtularak her defasında tekrar kralın yanına geliyordu. En sonunda krala şöyle dedi: “Beni ancak şu şekilde öldürebilirsin. İnsanların toplandığı bir zamanda, benim sadağımdan aldığın oku, “bu gencin Rabbinin adıyla atıyorum” diyerek atarsın. İşte o zaman beni öldürebilirsin.” Ondan kurtulmak için başka çare bulamayan kral hiç düşünmeden gencin dediği şekilde yaptı ve olan oldu. Bu olaya şahit olan binlerce insan gencin inandığı Rabbe iman etmişti. Öyle bir iman ki, ateş dolu hendekler onları imanlarından döndüremedi. Belki bir davetçi ölmüştü ama binlerce ölü kalp dirilmişti.
Hayber’in fethi sırasında Efendimiz (s.a.v)’in, komutan olarak tayin ettiği Hz. Ali(r.a.)’ye söylediği sözler bütün davetçilerin şiarı olmalıdır: “Ey Ali, bil ki senin elinle bir insanın hidayet bulması, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.”8
İslam’ın mesajının kısa sürede dünyanın her tarafına yayılması, Sahabe-i Kiramın üstün fedakârlıkları ve gayretleriyle yaptıkları davet ve cihad faaliyetlerinin sonucunda gerçekleşmiştir. Dünyanın birçok ülkesinde Sahabe mezarının bulunması bunun en açık göstergesidir. Sahabenin birçoğu dinin yayılması için seyahat etmiş, hicret etmiş ve kendi vatanlarında vefat etmemişlerdir. İslam ümmetinin öncüleri bu davanın yayılması için son derece gayret göstererek, bu dinin bizlere ulaşmasına vesile oldular.
İçinde bulunduğumuz çağımızın da; davetle iman, ilim ve irfanın yayılmasını sağlayarak hem bu çağa ışık tutacak, hem de gelecek nesilleri aydınlatacak öncü davetçilere ne kadar ihtiyacı vardır.
Ne mutlu kutsal davet vazifesini yüklenenlere!
1-Nedvi, Müslümanların gerilemesiyle dünya neler kaybetti, s,37
3-F.Yeken, İslam’a Nasıl Davet Edelim sf.16