Müslümanların gerilemesi ve bunun sonucunda oluşan Batı hakimiyetinin, tüm dünyada meydana getirdiği bir takım teknolojik değişikliklerin yanısıra dinî, ahlâki ve kültürel bazı değişimleri ve anlayışları da beraberinde getirdi. Batıdan etkilenen İslam toplumlarında bile zamanla dine dayalı, dinin istediği bazı kurallara göre hayatı düzenleme gericilik, özgürlüğün kısıtlanması, çağa ayak uyduramama, örümcek kafalılık olarak addedildi ve olaya bu şekilde bakmayanlar ötekileştirildi. Batının gözlüğüyle çağa ve toplumlara bakanlar tarafından din eksenli yaşantılar, batı zaviyesinden sorgulanır ve hatta hizaya çekilir hale getirildi. Herkes yaşantısını bu yeni çağa ayak uydurma telaşıyla eskiye ait ne varsa atmaya ve onlardan kurtulmaya çalıştı. Ortaya modern insan telakkisi çıktı. Bugün gelinen noktada modern insan; sadece kendini düşünen, bencil, özgürlüğüne (çoğu zaman bu nefsi arzu ve isteklerdir) düşkün, etrafında olup-bitenlere pragmatist bakan, kural tanımayan bir bireye dönüştü.
İnsanlar, bu cehenneme sürükleyen girdabın etkisinden ancak kendilerini en iyi bilen, kendilerine en mükemmel kanunları gönderecek olan Rabbul Aleminin yol göstermesiyle kurtulabilirdi. Geminin dümeni yeniden en son ve en mükemmel din İslam’ın yani Müslümanların eline geçmeliydi. İşte bu noktada devreye yine Batı ve onun mensupları olan bâtıl güçler çıktı. Çağımızın dertlerine deva olacak olan İslam’ı kötü göstermek için, İslam Dini’nin çağ dışı, belli bir coğrafyaya dönük ve modern insanın problemlerini çözemeyecek derecede dar kalıplı olduğunu, özgürlükleri kısıtladığını söyleyerek tek kurtuluş reçetesinden de mahrum etmek istediler. Öyle aldatıldık ki içimizden bazı gafiller çıkıp “bizim gökten gelen bir takım doğmatik (vahyi kastediyorlar) kurallara ihtiyacımız yok. Biz yolumuzu aklın, bilimin ve fennin öncülüğünde çizeceğiz” dediler ve yaptıkları uygulamalar ne denli akla, bilime ve fenne uygundur bilinmez ama bilinen bir gerçek varsa o da en başta söylediklerini yaptılar ve vahyi devre dışı bıraktılar. Bütün bunların daha fazla özgürlük adına yapıldığının söylenmesi son dönemlerin moda tabiriydi. Koca bir imparatorluğun yıkılmasına sebep olan da yine bu yaldızlı sözler (özgürlük, meşrutiyet) değil miydi?
Zaman zaman bazı kişi ve gruplar tarafından, kasıtlı olarak, İslam’ın kılıç zoruyla yayılan bir din olduğu; insanların hak ve hukukuna saygı göstermediği şeklinde görüş ve iddialar ileri sürülmektedir. Aynı şekilde Müslümanlar, insanları zorla İslam’a sokmaya çalışmak; diğer dinden kişilerin inanç ve ibadetlerine saygı göstermemek ve kendi fikirlerini baskı ile kabul ettirmek şeklinde itham edilmektedirler. Halbuki İslam, her şeyden çok akla, temel hak ve özgürlüklere değer veren bir dindir. Mükellef olmanın şartlarından birisi akıllı olmaktır, dolayısıyla İslam da aklı olmayana sorumluluk yüklenmemektedir. Ancak İslam akla değer verirken onu herşeyin üzerinde mutlak üstün ve mutlak doğru olarak görmemiş, temel hak ve hürriyetleri de sınırsız kabul etmemiştir. Bir kere şunun altını çizmek lazımdır: fikir hürriyeti de dahil hiçbir hürriyet İslam’a göre sınırsız değildir. Herşeyin çerçevesi çizildiği gibi fikir hürriyetinin de sınırları belirlenmiştir. Evet, akıl ve fikir yürütme, olayları tahlil etme insanı hayvanlardan ayıran en bariz özelliktir. Ancak tek başına mutlak doğruya ulaşmada yeterli değildir, aklın nakle (vahye) ihtiyacı vardır. Çünkü İslam’a göre insan başıboş bırakılmamıştır, dünya hayatında çok önemli bir vazifesi (halifelik görevi) vardır ve bu vazifesini kendisine veren, mülkün tek sahibi olan Allah Celle Celaluhu’nun kanunlarına bağlı kalmak zorundadır. Bunu da tek başına akıl yürüterek bulamayacığını kendisini yaratan Rabbi söylemektedir. Aklın vazifesi kendisine nakil yoluyla va’z edileni anlamak ve ona göre bir hayat programı çizmektir.
Tahrif edilmiş, içi boşaltılmış, şeriati iptal edilmiş Hrıstiyanlığın ortaya çıkardığı imtiyazlı “Ruhban sınıfı” ve onların eliyle gerçekleşen “Engizisyon Mahkemeleri”nde insanların akıl yürütmesi, fikirlerini beyan etmesi, icat yapması dinen yasaklanıp, yasaklara uymayanlar en ağır şekillerde cezalandırılırken; İslam’da aklı kullanmaya, bilimsel gelişmelere, fikir üretmeye teşvik görülmektedir. Kur’an’da bir çok ayette “akletmez misiniz?” “bunda akıl sahipleri için ibretler vardır” “ibret alın ey akıl sahipleri” gibi ifadelere rastlanmaktadır. Bu da gösteriyor ki dinimiz, akletmeyi, düşünmeyi, olaylar üzerinde derin tefekkürü ve neticesi hakkında fikir yürütmeye teşvik etmektedir. Tahkiki imanın taklidi imandan üstün görülmesinin altında yatan hikmetde budur. Delilleriyle bilinip, üzerinde analizler yapılıp neticede elde edilen iman sapasağlam olur ve türlü saldırılara karşı koyabilecek güce sahip olurken; taklid sonucu edinilen iman da bu kadar sağlamlık genellikle olmaz ve saldırılara maruz kaldığında sendeleyebilir. İslam, öyle bir dinamik toplum istiyor ki bu toplum uyanık, şuurlu, Kur’an ve Sünneti rehber edinen, bu iki kaynağın dışına çıkmadan serbestçe fikirlerini söyleyen, gerektiğinde devlet başkanlarının karşısında hakkı söylemekten çekinmeyen insanlardan teşekkül etsin. Bunu Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in uygulamalarında ve kısmen de sonraki dönemlerde görmek mümkündür. İslam toplumu her söylenileni kuzu kuzu kabul eden, fikirlerin dondurulduğu, konuşanların susturulduğu, kimsenin görüşüne önem verilmediği pasif bir toplum değildir. Böyle bir toplumun yükselmesi, meşru yeniliklere açık olması ve herşeyden önce kardeşçe yaşanılan barışık bir toplum olması düşünülemez. Fikirlerin gelişmediği, yeşermediği toplumlar gelişim gösteremezler. Düşünce ve ifade hürriyeti, İslam’ın gerçekleştirdiği ve her devirde desteklediği temel ilkelerden biridir. Çünkü İslam, kendinden önce, asırlarca esaret zincirine vurulmuş olan akıl ve düşünceyi hürriyete kavuşturmak için gelmiştir.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ashabıyla genellikle istişare yapar ve onların fikir beyan etmelerini isterdi. Bu, aynı zamanda Allah Celle Celaluhu’nun bir emri idi.1 Kur’an’ın bu emrinden sonra Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şunu söyledi: “(Şunu bilin ki) Allah ve Rasulü istişareye muhtaç değildir. Fakat Cenab-ı Hakk, ümmetime bir rahmet olarak bunu emretmiştir.”2 Hasan-ı Basri bu ayetle ilgili şöyle der: “Cenab-ı Hak, mahlukatın en kâmiline meşvereti emretti. Bu emir, Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ashabına olan ihtiyacı sebebiyle değildir. Bu emirle Cenab-ı Hak bize meşveretin fazilet ve ehemmiyetini öğretmek ve Müslümanların meşvereti hayatlarında tatbik etmelerini sağlamak; kişinin âlim bile olsa insanlarla meşverette bulunması gerektiğini öğretmek istemiştir.”3
Bedir Savaşı öncesinde ashabı ile genel (ensar ve muhacir ile) istişaresi bilindiği gibi Bedire vardıklarında Hubab ibnu Münzir’in gelip ordunun konuşlandığı yerle ilgili fikrini söylemesi de bilinmektedir. Siyer kaynaklarımızdan öğrendiğimize göre Hubab, Bedir Savaşı sırasında ordunun yerini belirlemiş olan Hz. Peygamber’e gelip ordunun yerini tayin ederken “vahye mi” yoksa “kendi re’yine mi” dayanarak bu kararı verdiğini soruyor. Buradan anlıyoruz ki kendi fikrini beyan etmesinin sınırlarını Sahabe-i Kiram biliyorlardı. Eğer vahiyle belirlenmişse (bu bazen Kur’an’la bazen de Rasulullah’a Kur’an dışında gelen vahiyle olurdu) o konuda fikir yürütmeyecekti Hubab Radıyallahu Anh. Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem “kendi re’yimle karar verdim” deyince sahabi kendi fikrini söylemiş ve Hz. Peygamber de bu makul teklifi kabul etmişti. Buna benzer misaller Hz. Peygamberin hayatında çoktur. Ebu Hureyre Radıyallahu Anh bu konuda: “Rasulullah kadar ashabıyla istişare eden başka bir kimseyi görmedim” demiştir.
Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in talebeleri de O’nun izinden gitmişler ve İslam toplumunu makul ve mantıklı fikirlerini söyleme konusunda özgür bırakmışlardır. İlk Halife Hz. Ebubekir Radıyallahu Anh irad ettiği hutbesinde şöyle diyordu: “Ey insanlar! Ben, en hayırlınız olmadığım halde üzerinize halife oldum. Beni hak üzere görürseniz, bana yardım ediniz; hata üzere görürseniz, bana engel olup beni doğrultunuz. Allah’a ve Rasulüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Allah’a isyan edersem, bana itaat vazifeniz değildir.”4 Görüldüğü gibi Hz. Ebubekir Radıyallahu anh, hem büyük bir tevazu örneği sergiliyor, hem de halkından kendisini yanlışlık yaptığında ikaz etmelerini samimi bir şekilde istiyor. “Herşeyin en doğrusunu biz biliriz, sizin göreviniz bize itaat etmektir, siz ne anlarsınız devlet yönetiminden ve siyasetten” demiyor. Hatta Hz. Ömer Radıyallahu anh, kendisine “yanlışlık yaparsan seni kılıcımızın keskin tarafıyla doğrulturuz” diyen bir sahabinin sözüne karşılık, böyle bir teb’aya emirlik yaptığından dolayı Allah’a hamdediyor ve şöyle diyor: “Allah’a şükrederim ki, bu ümmet içinde Ömer’i kılıç ile düzeltecek birisini yaratmıştır.”
Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Mısır’da oturan bir Hristiyan kadın, Amr b. As’ın evini zorla yıktığını halifeye şikayet eder. Bunun üzerine Halife, Amr b. As’ı çağırarak meseleyi sorar. Amr cevaben: “Bir cami yapılacaktı, evi ona mani oluyordu. Para karşılığında vermeyince kendisi için beytulmaldan bir miktar para ayırmaya ve evi yıkmaya mecbur kaldım” dedi. “Hz. Ömer, evin yeniden yapılarak hanıma teslim edilmesine ve caminin yıkılmasına karar verdi. Ve Amr b. As’a bu istikamette emir verdi.”5 Bu olay İslam toplumunda sadece Müslümanların değil aynı zamanda gayr-i müslimlerin de inanç ve fikir hürriyetine sahip olduklarının bir göstergesidir. Aynı zamanda mallarının da emniyet altında olduğuna bir işarettir. Yine Hz. Ömer Radıyallahu Anh’ın hutbede mehir konusunda kadınlara bir kısıtlama getirmek istemesi üzerine, bu konudaki İslam’ın kendilerine tanıdığı haklarının kısıtlandığını düşünen arka sıralardaki bir kadın ayağa kalkmış ve halifeye bu yasaklamanın Kur’an ayetine6 muhalif olacağını hatırlatmıştır. Ayeti hatırlayan Hz. Ömer kendi kendine: “Herkes, hatta kadınlar bile (dini) senden daha iyi biliyor Ey Ömer, kadın isabet etti, Ömer ise hata etti” diye söylenmiştir.7
Âlimlerin ictihadını da istişare gibi fikir hürriyeti kapsamında ele alabiliriz. İctihad’ın kelime anlamı, ‘bir meseleyi gerçekleştirmek için gayret sarf etmek, cehd etmek’demektir. Terim olarak ise, ‘fâkihin ayrı ayrı (tafsili) delillerden ameli hükümleri çıkarmak (istinbat) için bütün imkânını harcaması’ demektir. İctihad faaliyeti fikri bir faaliyettir. İctihad, hakkında hiçbir nass bulunmayan veya nassın açık ve kesin olmadığı durumlarda yapılmaktadır. Nassın açık ve kesin olduğu durumlarda ictihad yapılamaz. “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur” kaidesi fıkıhta bilinen bir kaidedir. Görüldüğü gibi nassın bulunmadığı veya açık, kesin olmadığı durumlarda âlimlerimizin bu konuda ictihad yapması zaruridir ve hatta isabet ederse bir, hata ederse iki sevap alacağı söylenerek bu yetkiye sahip olanlar bu alanda fikir yürütmeye teşvik edilmektedirler. Yeri gelmişken bir hususu belirtmekte fayda mülahaza ediyorum. İslam dünyasında, “ictihad kapısı artık kapanmıştır, artık ictihada gerek yoktur” şeklindeki yanlış düşünce ve kanaatler ilmin gelişmesine engel olmakta, fikirlerin ve ilmin donuklaşmasına yol açmaktadır. Aynı konuda, tam tersi yaklaşımla “ictihad kapısını ardına kadar açmak” ve herkesin her alanda istediği gibi fikir yürütebileceğini söylemekte bir o kadar yanlış bir kanaattir. Hatta ikincisi birincisinden daha tehlikelidir. En doğrusu, bu konuda yetkili olanların, hakkında nass bulunmayan veya nassın boşluk bıraktığı alanlarda ictihad edebileceğini ve bu kapının işin ehline kapanmadığını söylemek ve işi uzmanlarına havale etmektir.
İslam’ın dört temel hadisinden biri olarak kabul edilen “Din nasihattir” hadisi8 de yine fikir hürriyeti ve toplumda olan biten konusunda söz söyleme hakkının tanınması açısından önemlidir. Sahabe-i Kiram “Kime?” diye sorduğunda, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz; “Allah’a, kitabına, Rasulüne, Müslümanların imamlarına (idarecilerine) ve bütün Müslümanlara” şeklinde cevap vermişlerdir. Gerektiğinde idarecilere de nasihat etmeyi, onların yaptıkları konusunda fikir beyan etmeyi Müslümanlara bir vazife olarak yüklemiştir. Nasihat ‘hayırhahlık’ demektir. Yani nasihat edilen kimse için hayır ve iyilik istemek, bu sebeple hayrı ve iyiyi duyurup hatırlatmak kastedilmiştir. Elbette ki bir toplumdaki yöneticilerin veya önde gelen âlimlerin yanlışı ile normal bir vatandaşın yanlışı aynı değerde değildir. “İmam-ı Azam yolda giderken bir çocuğun çamura düştüğünü görmüş. Çocuğa “bundan sonra düşmemek için daha dikkatli ol” demiş. Çocukta ona şu cevabı vermiş: “Ey İmam! Benim düşmem çok mühim değildir, tekrar ayağa kalkmam da kolaydır. Ancak senin düşmenle bütün âlem düşmüş olur, asıl siz dikkat edin” demiştir. Belki de bu olaydan esinlenerek söylenmiş olan bir Arap atasözü şöyledir: “Âlim düşerse âlem düşer.” Müslümanlara nasihat ise, onların lehine olarak faydalı ve doğru olan hususları, fikir açıklamak suretiyle bildirmektir. Her Müslüman, diğer Müslümanın lehine olan hususlarda ona nasihatte bulunmak, doğru yoldan ayrılmışsa, onu ikaz etmekle yükümlüdür. Bu aynı zamanda ayetlerde ve hadislerde bize yüklenen emr-i bi’l ma’ruf nehy-i anil münker vazifesinin de gereğidir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki İslam’a göre insan, sınırını Allah’ın ve Rasulü’nün çizdiği meşru sahada fikir beyan etme hakkına sahiptir. Dolayısıyla fikir hürriyeti kullanılırken, mutlaka İslamî prensiplere uyulmalıdır. Fikir hürriyeti maskesi altında, söz gelişi Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e, dine ve dinin kutsallarına dil uzatılamaz. Bu hususta fikir hürriyetinden söz edilemediği gibi böylesi fikirler İslam toplumunda kendine yer bulamazlar. Hatta varsa böyle kişiler duruma göre cezalandırılırlar. Ancak meşru sınırlar çerçevesinde İslam toplumundaki herkes fikrini söyleyebilir, hatta toplumunun gidişatı noktasında kendini durumdan vazifeli görmelidir. İslam toplumunun bir ferdi olarak her Müslüman, Allah’ın hükümlerinin topluma yerleşmesi noktasında elini taşın altına koymalı, varsa güzel fikirleri paylaşmalı, yanlış gidişatlara ve haramların yaygınlaşmasına dur demelidir. Aksi takdirde Allah Celle Celaluhu’ya hesap vereceğini düşünmelidir.
Murat GÜLNAR
1) Âl-i İmran, 159; Şura, 38. 2) İmam Celaleddin Es-Suyuti, Hasaisu’l-Kübra, I, s.257. 3) İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Terceme ve Şerhi, cilt 16, s.130. 4) İbni Kesir, el-Bidâye, ve’n-Nihâye, Beyrut, 1966, V. s.248. 5) Abdulkerim Osman, İslam’da Fikir ve İnanç Hürriyeti, s.30. 6) Nisa, 20. “Eğer bir zevcenin yerine başka bir zevce almak isterseniz, öncekine (boşadığınıza) yüklerle mal vermiş olsanız da ondan bir şey geri almayın…”. 7) M. Yusuf Kandehlevi, Hadislerle Müslümanlık, 4/1562-63. 8) Müslim, İman 95(55); Ebu Dâvud, Edeb 67 (4944); Nesâî, Bey’at 31(7, 156).