İslami Cenahta Kaybeden Kaybedene…

Eklenme Tarihi: 15 Tem 2019
9 dk okuma süresi
İstanbul seçimlerinin ikinci defa yapılmasıyla ve yenilginin daha ağır bir şekilde tescillenmesiyle beraber, kaybeden taraf daha net bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. İslami kesim denilen cenah, aleni olarak kaybeden taraftır. Siyasetçisinden iş adamına, hocasından aydınına, akademisyeninden avamına, 28 Şubat göreninden, görmeyenine varıncaya kadar kaybeden kaybedene… Kaybedenler kulübü epey kalabalık. Şimdi tüm bunları tek tek ele alalım: PARTİ- AKP Kaybeden cenahın en büyük kaybedeni, bu cenahı temsil ettiğini iddia eden parti yani AKP’dir. AKP’nin neden kaybettiğini masaya yatırmadan önce başlangıçta nasıl kazandığına bakmak lazım… Aslında 2002 yılında girdiği ilk seçimde %34’lük oy alarak, bir anda büyük başarı elde etmesini sağlayan, bu kesimin büyük baskılar yaşadığı 100 yıllık uzun süreçtir… Ancak muhafazakâr kesimin yakın tarih açısından en büyük kırılma noktası, 22 yıl önce yaşanan ve post modern darbe diye isimlendirilen 28 Şubat darbesidir. 28 Şubatla İslami kesim, laik Kemalist rejimin acımasız- soğuk yüzünü tekrar görmüş oldu. Özellikle başörtülü kızlara dönük zulümler, toplum vicdanını yaraladı ve bu kesimde yani halkın kahir ekseriyetinde bir talep, bir birikim oluştu. İşte oluşan bu birikimi sistem gördü. AKP bu birikimin kanalize edildiği siyasal partidir. Bu parti ‘başörtüsü sorunu hallolacak; İslami faaliyetlerin önü açılacak; kardeş kavgaları bitecek; komşularla sorun yaşanmayacak ve bir daha 28 Şubat’lar olmayacak’ iddialarıyla, söylemleriyle ortaya çıktı. Ve bu söylemler baskılardan usanmış muhafazakâr kitleden ciddi anlamda hüsnü kabul gördü ve partiye büyük ümitler bağlandı, 17 yıl boyunca da ciddi anlamda destekler verildi… Bugün AKP’nin geldiği noktaya, Türkiye’yi ve İslami kesimi getirdiği noktaya baktığımızda, başlangıçtaki iddialarından fersah fersah uzakta olunduğunu görüyoruz. AKP iktidara geldikten 10 yıl sonra başörtüsü sorununu (kanunla olmasa da) halletti. Çok geç kalmış bir serbestiyet olsa da İslami kesimin AKP’li olan- olmayan hemen hepsi bu adımı takdir etti. Çözüm sürecinde Türk-Kürt kardeşliği vurgusu, silahların susması hemen her kesimi memnun etti… Ancak ilk 10 yıl bazı iyi şeyler yapılmış olsa da özellikle son 7 yıldır yapılanlara bakıldığında, işin rengi ortaya çıkmaya başladı. Hemen her konuda geri adımlar atıldı. Zaten yeterli olmayan pozitif adımlardan vazgeçildiği gibi envaı çeşit konuda hem gayrı İslami ve hem de ülke zararına olan işlere imzalar atıldı. Gerek iç politikada gerekse de dış politikada 2002’den çok daha geriye gidildi. Çözüm süreci bitirildi, doğu- güney doğu kan gölüne döndü. Hem Türk hem Kürt ırkçılığı hortlatıldı. Hemen her sınır komşumuzla kavga etmeye başladık… Katı laik hükümetlerin bile yapmadığı şekilde Ortadoğu ziyaretlerinde laiklik tavsiye edilmeye başlandı… Ortadoğu’da oluşan ayaklanmaları kimlerin başlattığı ve sonucun nereye varacağı düşünülmeden bunlara destek verildi… Kemalizm açılımı yapıldı; çarşaflı kadınların Anıtkabir ziyaretleri, M. Kemale mersiyeler düzmeleri şaşkınlıkla izlendi. Ve önce alttan alta daha sonra da 15 Temmuz bahanesiyle aleni şekilde İslami faaliyetler engellenmeye başlandı ve özellikle cemaat çalışmaları yapanlara adeta savaş açıldı. On binlerce insan bir damga vurularak cezaevlerine dolduruldu. Tüm bu zulümlerden milyonlarca insan etkilendi ve özellikle sosyal medya aracılığı ile yapılan zulümleri ve kadınların, çocukların, ailelerin dramlarını duymayan kalmadı. Bir de üstüne üstük patlayan ekonomik kriz, halkın tüm diğer yanlışları görmesini ve partiden de uzaklaşmaya başlamasını sağladı. AKP, artık ciddi anlamda halk desteğini kaybetmeye başladı. Son dönem, dindar görünmek için yapılan büyük camiler ve güçlü görünmek için yapılan devasa saraylar, halkın teveccühünü yeniden kazanmalarına yetecek gibi görünmüyor. Hatta tüm bu harcamalar da halk tarafından yavaş yavaş da olsa konuşulmaya/ eleştirilmeye başlandı. HOCALAR ‘Doğruyu konuşamıyorsan da yanlışı övme!’ Bu süreçte kaybedenler güruhunun yine önde gelenlerindendir hocalar… Maalesef ‘kıyamet hacıdan-hocadan kopar’ sözünü yaşattı bazı hocalar… İslami kesimin, ülkemde adeta kıyameti yaşadığı şu dönemin en etkili mimarıdır(!) hocalar… Yapılan yanlışlara sessiz kalanlar; iktidara bil fiil destek olanlar; ateşli konuşmalarla halkın teveccühüne iktidar lehine yön verenler; iktidarın yanlışlarını zorlama fetvalarla kamufle edenler; hızını alamayıp Kemalistlerden daha fazla devletçi olup derin devlete dahi methiyeler düzenler… Halka, davası-hedefi olmayan; mıymıntı; yanlışa yanlış demeyen; münkere muhalif olmayan; her türlü zulme rıza gösteren, bunun adına da sabır diyen ve dahi afyon vazifesi gören bir din anlayışı kazandıranlar… İslam’ın yüz karası, insanları dinden- imandan soğutan hocalar… Peki, İslami ilimleri okuyan, hatta bu ilimlerin kitabını yazan bazı hocalar nasıl ve neden bu hale geldiler? Bir kaç negatif sebebi yazmaya çalışalım: Devlet ricaline yakın olmak. Bir alim/hoca şayet siyasetin maşası olmak istemiyorsa, İslam hukukunun olmadığı veya İslam hukukunun göstermelik olarak işlediği bir sistemde, devlet ricalinden ve teklif edilen makamlardan fersah fersah uzak durmalıdır. Bazen İslam namına bir fayda elde etmek için bazen de şahsi menfaatleri gereği devlete yakın duran hocalara sistem, bir süreliğine bazı kolaylık ve menfaatler sağlayabilir. Ancak ‘kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez’ mantığıyla hareket eden güçler, verdikleri 1 imkânın karşılığında 10 taviz koparmayı ihmal etmeyeceklerdir. Devletçi bir anlayışa sahip olmak...1 Devletin bekasının, adaletin bekasının önüne geçmesi; devletçiliğe kurban edilen adalet, merhamet anlayışı… Buna ‘Emevi dönemi mantığı’ diyebiliriz. İslam tarihinin kara dönemi diye bildiğimiz okuduğumuz Emevilerde ‘devletin bekası için her şey meşru’ mantığı saltanat sisteminin yerleşmesine sebep olmuştur. Ve devlete zerre dokunan alim-avam kim varsa ağır bedeller ödetilmiştir. O dönem İmamı Azam gibi bazı alimler, canları pahasına da olsa, bu kendi din anlayışını dikta eden ve ulemadan da bu anlayışı onaylamasını isteyen devlet ricaline karşı mücadele etmişlerdir. Ancak dönemin bazı alimleri sessiz kalarak, bazıları da maalesef iktidarla iyi geçinme yoluna giderek bir nevi yapılan zulümleri ve bozuk/resmi din anlayışını onaylamış oldular. Alimler/Hocalar açısından bugün de, devlete, devletin politikalarına, din-devlet ilişkisine bakış anlamında tarihe geçecek durumlar yaşanıyor. Tarih bu hocaları da, gerek devletin dine verdiği zararlara sessiz kalmaları, gerekse de beka gerekçeleriyle adaleti hiçe sayanlara sessiz kalmaları sebebiyle kara sayfalara yazacak; yazdı. Hocalarımız şunu unutmamalı adalet olmadan devletin bekası sağlanamaz; adaletsiz beka anlayışı devletin değil menfaatpesrest yöneticilerin bekasını sağlayacaktır… Müslümanların yaşadığı bir devlet, eğer saltanata/ diktatöryaya evrilecekse ‘beka vs.’ gibi söylemlerle hocaları kendisine biat ettirir. Hocalar -esasında Emeviden kalma- İslam/devlet geleneği zannedilen devletin bekasını her şeyin önünde tutma anlayışının islami olmadığını bilmelidirler… Ve yine bilmelidirler ki! Hocaların zulme sessizliği zorbaların elini güçlendirir; mücadele edenlerin ise gücünü ve tesirini kırar… 21. Yüzyılda Yezid zihniyetinin temsilcileri yeniden hortladı; şayet Hüseynî duruş gösterenler veya İmamı Azam tavrı koyanlar çıkmazsa, yarınımız bugünümüzden daha berbat olacak gibi görünüyor. Dava adamı olamamak. Dava adamı olmak başka bir şey; ilim adamı olmak başka bir şey. Hocalarımız tevhid davasının adamı olmazlarsa, sahip oldukları ilim onları başka bir şeylerin adamı olmaktan kurtaramayacaktır. Davası olan insan sağlam olur, savrulmaz. İlim/ fıkıh elbette olmazsa olmazdır ancak eğer inandığınız ve uğruna can vereceğiniz bir davanız olmazsa, o ilmi yeri /zamanı geldiğinde hakkaniyetli ve kitaba uygun bir şekilde kullanamazsınız. İlim, dava yolunun en önemli aracıdır. Korkaklık. Cesaret âlimlerde olması gereken temel özelliklerdendir. Eğer bu özellik olmazsa, ilmin ona söylediği duruşu gösteremez ve bu korkaklıktan kaynaklı suskunluk hali, halk nezdinde ikrar kabul edilir. Toplumun en cesurları âlimler olmalıdır. Âlimi korkak bir ülkede önce korku toplumu oluşur ve akabinde bu korku toplumunun üzerine, korku imparatorluğu kolayca bina edilir. Özgüven sahibi olamamak. İslam âlimine dini, davası ve medeniyeti özgüven kazandıracaktır. Mensubu olduğu dinin medeniyetine, bu medeniyetin, dünyanın içine girdiği çıkmazlardan kurtuluşu sağlayacak, alternatifsiz tek medeniyet olduğuna inancı tam olmalıdır. Bu inanç, özgüven kazandırır ve batı medeniyetine karşı kompleksli yaklaşımlardan kurtarır ve çağın rüzgârından savrulmadan sapasağlam kalmayı sağlar. Bazen teknolojinin, modernitenin bazen de ideolojilerin, felsefenin rüzgârı çok kuvvetli estirilir. Hocalarımız, İslam hâkim olsun- olmasın her durum, şart ve ahvalde özgüven sahibi olurlarsa, moderniteden de, fikri akımlardan da etkilenmeden ‘tek hak İslam’dır; İslam’ın hayat tarzıdır; İslam’ın medeniyetidir’ diye haykırmaya devam ederler. Belli ilkelere ve kriterlere göre hareket etmemek. Bir âlimin dayandığı sabit ilkeler olmazsa siyaset rüzgârından ister istemez etkilenecektir. İlkeler insanı yanlış yapma noktasında durdurur. Türkiye’deki hocaların temel problemlerindendir ilkesizlik. Eğer bir yol haritanız ve seyrettiğiniz yol üzerinde sizi yönlendirecek uyarı işaretleriniz/ kurallarınız/ ilkeleriniz yoksa, sonunda nereye varacağınız ve ardınızdan gelenleri de nereye götüreceğiniz belli değildir. Sürprizleri olmayan, sapmaya- uçurumdan yuvarlanmaya müsaade etmeyen bir metotla hareket edilmek zorundadır. Bunu sağlayacak ve büyük yanlışlar yapmama noktasında insanı durduracak şey ilkelerdir. Hocaların gerçek bir cemaat çalışması yapmayı göze almamaları psikolojik etken olarak karşımıza çıkıyor. Bugün birçok hoca düzenli- teşkilatlı ve hayırlı sonuçlar almaya dönük bir çalışma ortaya koymayı göze alamıyor. Bunu göze almak elbette zordur ve bu işler sıkıntılıdır. Hal böyle olunca, böyle bir emeğin ve sıkıntının içerisinde olmayanlar, birçok noktada ideallerden ve ilkelerden daha kolay vazgeçebiliyorlar. Bir çalışmaya emek vermek, o emeğin ziyan olmaması için de çaba göstermeyi sağlar. İşte ‘cemaatleri bitirme projeleri’ yapılan ülkemde, ciddi anlamda cemaat çalışması yapmayanlar, bu projelerin vehametini anlamadılar ve bu projeleri yapan derin güçlere seslerini çıkarmadılar. Aydın bir kafaya sahip olmamak. Hocalarımızın sadece İslami ilimleri bilmesi, siyaset ilmini bilmemesi, gerek kendi üzerlerinde, gerekse de din, memleket ve ümmet üzerinde oynanan oyunları çözmesine yeterli olmayacaktır. Bu yetersizlik durumu, birçok konuda aldanmayı, yanlış kararlar ve tutumlar almayı sağlayacaktır ki bu durum onun tuzağa düşmesi/düşürülmesi durumudur. Aydın- âlim bir hoca hazırlanan tuzakları önceden görebilir ve kolay kolay aldanmaz. AYDINLAR ‘Takke düştü kel göründü; gözlük düştü kör göründü’ Takkesi düşen hocaların yanlışları net bir şekilde görülmeye başlandı ve çoğu, toplum nezdinde itibarını kaybetti. Tabi bu arada bu hocalar, maalesef İslam’ın da itibarını zedelediler. Bugün gelinen noktada İnsanlara İslam’ın ne olduğunu anlatmaya çalışırken ne olmadığını da anlatmak zorunda kalıyoruz. Böyle hocalar, İslami duyarlılığı olan samimi insanlar için utanç sebebidir… Maalesef aydınlarımız için de durum pek farklı değil. Bir toplumun aydını, İslamcı olsun olmasın, zulme, otoriterliğe, diktatöryaya muhalif olur. Hatta bazı aydınlarda muhalif ruh ve özgürlükçü anlayış öyle baskındır ki, iyi şeylere bile muhalefet edebilir; her konuda özgürlük diyebilir. Bizde, hatta tüm Ortadoğu coğrafyasında, her cenahta hakiki ve hakkaniyetli aydın kıtlığı mevcut. Her cenahın aydını kendi adamı başa geçtiğinde muhalefeti, sorgulamayı bırakıyor… Bir ülkenin gazetecileri, akademisyenleri, sanatçıları yani aydınları konuşması gerekirken susuyorsa, ‘devletin bekası’ vs. teraneleriyle haksızlıklara, zulümlere sessiz kalıyorsa, bunlara ‘aydın’ denilemez. Bunlar kuru gazeteci, kuru akademisyen, kuru sanatçıdır. Batıla, zulme, işkenceye muhalefet etmenden aydın mı olur! Mevzumuz kaybeden kesim diye nitelendirdiğimiz İslami kesim olunca, yaşadığımız bu süreçte gazetecilerin trolleştiğine; otoriteye bırakın zerre muhalefet etmeyi veya nötür kalmayı, iktidarı ve kendi köşelerini- ikballerini muhafaza için, kalemlerini iftiralar atmak için kullandıklarına şahit olduk. Kalemin namusudur doğruları yazmak; kalemin namusunu kirlettiler. Utanıyoruz bu sözde aydınlardan. Onlardan beri olduğumuzu söylüyoruz. Ehliyetsiz kaptanın kullandığı geminin batmakta olduğunu gören ve gemiyi terketme telaşına giren ve bu arada kaptana /mürettabata veryansın edenleri duymak dahi istemiyoruz. Onlara ‘gözlük düştü kör göründü’ diyoruz. Yani yıllarca iktidarın hatalarını görmezden geldiniz; destek vermeye devam ettiniz… Şimdi iktidar güç kaybetmeye başlayınca ‘görememişiz; hata yaptık’ diyorsunuz… Siz bu toplumu aydınlatan/ uyandıran değil, bilakis karanlıklara sürükleyen, uyutan, aydın olmayan ancak aydın geçinen varlıklarsınız, diyoruz. Kaybedenlerin bir kısmı bunlar… Bir de kaybeden bir kitle var ki, o da dindar halk kitlesi. O konu da uzunca bir konu olduğu için, burada değil ayrı bir yazı olarak ele alacağız inşallah. Kaybedenleri anlattığımız bu yazıya mukabil bir de hapsedilmesiyle ülkemin kayıplar yaşadığı bir dava adamı var ki; o da Alparslan Kuytul Hocam. Onu anlattığım bir yazımın linkini vermeden yazıyı tamamlamak istemiyorum. ‘Bir aydın-âlimin hapsedilmesiyle ülkem kaybediyor’ yazısı… http://rumeysasarisacli.blogspot.com/2018/11/bir-aydin-alimin-hapsedilmesiyle-ulkem.html 1- Bu konu çok derin ve uzun uzun anlatılınca daha net anlaşılacak bir konu. Ancak biz konuyu fazla uzatmamak için önemli birkaç noktaya değinip özet geçeceğiz…