Fetih, İslam’ı insanlara ulaştırmak için İslam’la insan arasındaki engelleri kaldırmak demektir. Savaş, sırf dünyevi egemenlik, toprak işgali ve köle edinmek için yapılan, yıkım, ölüm, kan, kıtal üzerinde yükselen bir ameliye; cihad ise, insanlara İslam’ı ulaştırmak, yeryüzünden zulmü, fitneyi kaldırmak için yapılan her türlü faaliyettir. Bu sebeple kafirler girdikleri beldeyi işgal ederler, müslümanlar ise fethederler. Tarih buna şahittir, günümüzde yaşanan olaylar da bunun delilidir.
İstanbul, Doğu Roma İmparator-luğu’nun (Bizans’ın) başkenti olmasının yanı sıra, iki kıtayı ve iki denizi birbiriyle bağlayan stratejik konumu itibariyle de önemli bir merkezdir. Bundan dolayı tarihte pek çok devletin topraklarına katmak istediği bir kara parçasıdır. Bunun yanında İstanbul, İslam devletleri açısından farklı bir öneme sahiptir. Müslümanlar, Peygamber efendimizin “İstanbul elbette fetih olunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel bir komutan ve onun askeri ne güzel bir askerdir.”1 övgüsüne nail olabilmek için Hz. Osman dönemiyle başta Anadolu’nun iç kesimlerine olmak üzere İstanbul’a doğru fetih hareketlerini genişletmişlerdir. Bu sebeple tarihe geçen İstanbul kuşatmalarının büyük çoğunluğu İslam devletleri tarafından yapılmıştır.
İstanbul’un fethinde Fatih’in şahsiyetinin ve toplumun İslamî ve ahlakî seviyesinin çok büyük etkisi olmuştur. Fatih, doğumundan itibaren fetih ninnileri ile büyümüş, Molla Gürani ve Akşemseddin gibi zatların gözetiminde yetişmiştir. Bir gün Molla Gürâni, talebesi Fatih’e dersini vermiş, Fatih de odasında istirahata çekilmişti. Hocası bakar ki, Fatih’in odasının ışığı yanmakta. O saatte uyuması gereken talebe ne yapıyor diye odaya girer. Niye yatmadın diye sorunca Fatih şu cevabı verir: “Hocam, uyuyamayışımın sebebi, tâ Sahabe-i Kirâm zamanından beri defalarca muhasara edildiği halde, Kostantiniyye şehrinin niçin fethedilemediğidir? İşte bu gece onun plânlarını yapmakla meşgulüm.” Bunu duyan Molla Gürani: “Evladım bu zafere kavuşmanı bütün gönlümle arzu ediyorum. Lâkin ben senin câhil bir kumandan değil, âlim bir kumandan olmanı isterim. Onu fethedecek kumandan hem âlim, hem âdil olacaktır.” buyurdular.
Sahabeler Allah Resulünün elinde eğitilmiş ve sonra güç ellerine geçtiği zaman hiçbiri zalim bir lider veya komutan olmamışlardı. İşte Fatih’in hocası da onun bu özelliğini geliştirmek ve ondan sonra fetihlerin ve gücün gelmesini istiyordu.
Fatih Sultan Muhammed 1451 tarihinde babası İkinci Murad’ın vefatı üzerine Osmanlı tahtına oturduğunda 19 yaşındaydı. Genç padişah, daha ilk günlerde devleti ve ordusunu daha büyük hamleler yapacak bir kudrete ulaştırdı. Şehzadeliğinden beri bir an önce İstanbul’u fethetmek ve Hazret-i Peygamber’in övgüsüne mazhar olmak istiyordu. Bu gaye ile askerî tarihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplar ile ordusunu güçlendirdi. Ayrıca 1000 yıllık tarihi boyunca bütün kuşatmaları başarısızlığa uğratan surları aşmak için seyyar kuleler kurdu. Nihayet 6 Nisan’da başlayan kuşatma, 22 Nisan’da Fatih’in donanmayı Beşiktaş’tan Haliç’e indirmesiyle çok şiddetli bir hâle geldi. Fatih Sultan Muhammed 29 Mayıs 1453’te yapılan son taarruzla İstanbul’u fethederek Bizans’a ve Avrupa’nın Ortaçağı’na son verdi.
Beyaz atına binmiş, ordusunun önünde giden Fatih Sultan Muhammed, onu yetiştiren Akşemsettin ile İstanbul’a giriyor. Osmanlı ordusunu karşılayan şehir ahalisi, beyaz sakalıyla, ağır duruşuyla Akşemsettin’i padişah sanıp çiçekleri ona sunmaya çalışıyorlar. Akşemsettin atını geri çekip göz ucuyla Fatih’i göstererek: “Sultan Muhammed odur, çiçekleri ona veriniz.” demek istiyor. Ama Fatih Sultan Muhammed, çiçeklerle kendisine doğru yürüyenlere hocası Akşemsettin’i göstererek: “Gidiniz, çiçekleri gene ona veriniz. Sultan Muhammed benim; ama o, benim hocamdır.” diyor ve ilk olarak İstanbul’a Akşemseddin giriyordu. Sultan Muhammed ise İstanbul’un fatihi, muzaffer bir komutan ve bir imparatorun kibriyle değil ilme ve hocaya hürmet gösteren tevazu sahibi bir talebe olarak hocasının arkasından gidiyordu. Bu haliyle bize Peygamber Efendimizin Mekke’ye girerkenki hamd, şükür ve tevazu halini hatırlatıyordu.
Şehre giren Fatih Sultan Muhammed doğruca Ayasofya’ya gitti. Kapıya gelince attan inip secdeye vardı. Mabedi temizletti, tasvirlerden kurtardı ve ilk Cuma namazını orada bütün gazilerin sevinç ve heyecanı içinde kıldırdı. Daha sonra Ayasofya’nın kıyamete kadar cami kalmasına dair bir vasiyet ve vakıfiye bıraktı. (Fatih’in bu mirasına ve vasiyetine ne kadar da sadık kaldık!)
Fatih Sultan Muhammed bundan sonra, Osmanlı Devleti’ni bir Cihan İmparatorluğu haline getirme ve İslamiyet’i bütün dünyaya yayma mücadelesine girişti. O, “Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihanın payitahtı olmalıdır.” diyordu. Harp sanatından çok hoşlanır, yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdar etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. Bundan dolayı “Sırrıma sakalımın bir tek telinin vakıf olduğunu bilsem onu yolar atarım.” sözü meşhurdur.
Bir örnekle Fatih’in azmini, kararlılığını ve yüce idealini tespit etmede yarar vardır.
Fatih 1461’de Trabzon’un fethine giderken Fatih’in geçit vermez dağları nice güçlüklere katlanarak aştığını gören Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın annesi Sare Hatun: “Padişahım, bunca zahmet bir kale için değer mi?” deyince Fatih şöyle der: “Garazımız kale fethetmek değildir. Bu zahmet din yolundadır. Zira bizim elimizde İslam kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gazi demek yalan olur.”
Fatih 1481 senesi ilkbaharında üç yüz bin kişilik bir ordunun başında sefere çıktı. Ancak, Hünkar çayırı denilen mevkide hastalandı ve çok geçmeden 3 Mayıs 1481’de vefat etti. Özel doktoru olan Yahudi dönmesi Yakup Paşa tarafından zehirlendiği de söylenmektedir. Naşı, adına yaptırdığı Fatih Cami’sinin (İstanbul) bahçesine defnedildi.
Fatih’in ölümü, İslam dünyasında büyük üzüntü yarattı. Ölüm haberi Roma’ya ulaşınca, İtalya’da toplar atılıp günlerce şenlikler yapıldı. Papa, bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp şükür ayini yapılmasını emretti.
Batılılar (küfür milleti) kendilerine zararı dokunan, kök söktüren, Allah’ın dinini yeryüzünde hakim kılmak için fetihler yapan, İslam medeniyeti kurmak için ilimle, malla, canla mücadele eden bir lider ölünce nasıl da sevindiler. Ne hikmetse halkı müslüman olan bazı ülkelerde ölen kimi liderlerin arkasından methiyeler düzüyor ve üzüntü duyuyorlar. Sebebi nedir acaba?
Fatih, akli ve nakli ilimlerde söz sahibi olan alimleri İstanbul’a topladı ve onların talebe yetiştirmesi için medreseler kurdu. Fıkıh ilminde Molla Hüsrev, tefsirde Molla Gürani, Molla Yegan ve Hızır Çelebi, matematikte Ali Kuşçu, kelamda Hocazade dönemin büyük alimlerindendi.