Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Seçim kampanyasında II. Abdülhamid faktörünü de kullanacağı anlaşılıyor. İYİ Parti lideri Meral Akşener, bugünkü otoriter uygulamaları eleştirmek için “kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” dedi ya, Ak Parti lideri Erdoğan bunu “Abdülhamid’e dil uzatma” olarak niteledi.
“Ulu Önder” kavramına karşı Necip Fazıl’ın inşa ettiği “Ulu Hakan” kavramının muhafazakâr camiada nasıl yoğun bir duygusallık konusu olduğu biliniyor. Erdoğan bunu oya tahvil etmekle yetinmiyor, Saadet, Gelecek ve Deva partilerinin de Akşener’e tepki göstermesini isteyerek 6’lı Masa’da bölünme yaratmayı da amaçlıyor.
Ülkenin temel meselelerine odaklanmak gerekirken, bir tarih yorumunu propaganda malzemesi yapmanın çok da etkili olacağını sanmıyorum.
‘İSTİBDAT’ KAVRAMI
Abdülhamid’in diplomasi ve eğitim alanında, şartlar elverdiğince büyük hizmetler yaptığı bir gerçektir. Ancak meclisi kapatıp anayasayı askıya almasına, İslamcı yayınları bile yasaklamasına İkinci Meşrutiyet İslamcıları da “istibdat” diyordu. İşte Mehmet Akif, Filibeli Ahmet Hilmi, iManastırlı İsmail Hakkı, Said Nursi…
Bugünkü İslamcıların romantik bir duyguyla idealize ettikleri o devri, o zamanki İslamcılar bilfiil yaşayarak bunalmışlardı.
Milli irade şehidi Ali Şükrü Bey’in de Abdülhamit dönemi için “istibdat” kavramını kullandığını bugünkü İslamcılara hatırlatmak isterim. (Zabıt Ceridesi, 17 Ocak 1923)
Ama bizde siyaset maalesef böyle! Bir şeyin gerçek olup olmaması değil, siyaseten “işimize yarar” olup olmaması önemli
İTTİHATÇILARDAN BUGÜNE
Ahmet Şükrü (Esmer) Bey, 27 Ekim 1923 günlü Vatan gazetesinde, Talat Paşa’nın, muhalefeti bastırmakla ne büyük hata ettiklerini anlatan sözlerini kaydederek şöyle yazıyordu:
“İttihat ve Terakki bir vatanperverler fırkası (parti) olarak iktidara geçti… İttihatçılar memleketi ikiye taksim etmişlerdi: Vatanseverler, memleketin terakki ve tealisine taraftan olanlar ve hainler. Kendilerine göre birinci sınıf İttihatçılar, ikinci sınıf da İttihatçılardan gayri adamlardı. Yani her İttihatçı vatanperver, her vatanperver İttihatçı idi…”
Uzun yazısında Ahmet Şükrü Bey, bunun “herkesçe malum olan feci neticeler husule getirdiğini” hatırlatarak 1923’te Meclis’e mutlak hakim olan Halk Fırkası’na (parti) şöyle sesleniyordu:
“Şimdi Halk Fırkası aynı suretle bir vatanperverler fırkası olarak İttihat ve Terakki kadar kuvvetli olarak iktidara geçmiştir… Şayan-ı temennidir ki İttihat ve Terakki’nin hatalarından ders almış olması lazım gelen Halk Fırkası erkânı bir zaman Talat Paşa’nın söylediği sözleri onun gibi iş işten geçtikten sonra tekrar etmek lüzumunu hissetmesinler.”
Ama maalesef Halk Fırkası 1925’teki Takrir-i Sükûn kanunu ile aynı yola girecek, Karabekir’in partisini “hain” diyerek kapatacaktı! Sonuçlarını yaşayarak gören İsmet Paşa muhalefet partilerini kapatmakla hata ettiklerini 1947’de söyleyecektir. Basının susturulmasında simge isimlerin biri olan Hüseyin Cahit hakkında da “zulmettik” diyecektir.
BUGÜN AK PARTİ
Tarihi şartlar tartışılabilir, ayrı konu… Muhalefeti hain görmek, göstermek, sesini kısmak, basını kontrol altına almak, devlet kurumlarını “bizden”leştirmek… İttihatçılarda ve Tek Parti devrinde gördüğümüz bu otoriter siyasi kültür bugün nerede kendini gösteriyor? AK Parti iktidarında…
Çünkü mesele, “güç” meselesidir. Gücün hukukla ve özgürlüklerle sınırlanması geleneğinin zayıf olduğu toplumlarda, kim iktidara sağlam yerleşirse bunu “ganimet” sayıyor, bırakmamak için rakiplerini hainlikle suçluyor...
İktidardan gitmeyi de “kazanımların kaybı” korkusuyla karşılıyor.
Gelişmiş demokrasilerde böyle ganimetler de korkular da yok!
Asıl görmemiz gereken işte bu budur: Hukukun siyasetten üstün olup olmaması.
Bu yüzden bizde siyaset yaklaşık yüz elli yıldır çok haşin geçiyor; beşeri enerjimizi israf ediyor.
İnançlarımız, hayat tarzlarımız, tercihlerimiz siyasi kavgaların değil, özgürlüklerimizin konusudur. Siyasetin işi, hukukun üstünlüğüne tâbi olarak, özgürlükleri korumak, ekonomik ve sosyal gelişmeyi sağlamak, bilimi, eğitimi geliştirmektir.
İktidarların bu alanlarda başarısız kaldıkça otoriterleştikleri de bir gerçektir.