Mücahit Gültekin’in kaleminden.
Avrupa II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar neredeyse kesintisiz bir şekilde süren savaşların, iç savaşların, devrimler ve kaosların yaşandığı bir coğrafyaydı. Sermaye, hanedanlar arası çıkar çatışmaları ve mezhep, bu savaşların en önemli temel dinamiklerini oluşturuyordu.
Avrupa Tarihi kitabının yazarı J. M. Roberts (2017) söyle yazar: “17. yüzyıl başlarındaki kısa bir sükunet dönemi haricinde Avrupalı hükümdarlar ve yönettikleri halklar bugüne kadar benzeri görülmeyen bir nefret, bağnazlık, katliam, işkence ve zalimlik alemi içine daldılar.”
Bölünmüşlük korkunçtu. İspanya, Portekiz, Fransa ve İngiltere dışında bütünlüklü bir bölge yoktu. 300 kadar küçük devletçikle Avrupa tam bir yamalı bohça görünümündeydi. Ardı ardına gelen iki 100 yıl savaşı, 80 yıl savaşları ve 30 yıl savaşlarından sonra 1648’deki Vestfelya Anlaşması da savaşları bitirmedi. Birinci ve İkinci Dünya savaşları oldu. Luuk van Middelear (2014) insanlık tarihinin gördüğü en korkunç savaşlar olarak tarihe geçen bu iki dünya savaşını (1914-1945) Churchill’in “ikinci 30 yıl savaşı” olarak adlandırdığını belirtir. Avrupa 300 yıl önce olduğu gibi, yine kendi içinde savaşmış deyim yerindeyse bu coğrafya yine kan gölüne dönmüş, taş üstünde taş kalmamıştı.
Bir Ütopyayı Kaçınılmaz Kılmak: Avrupa Birliği
Nitekim Churchill’in, “Kendi aramızda bir daha savaşmamalıyız, çünkü biz çok vahşi savaşıyoruz” dediği söylenir. Birlik olunması gerekiyordu. Herkesin ortak çıkarı, kendi egemenlik haklarının bir kısmından vazgeçip ortak bir devletler sisteminin kurulmasına bağlıydı. Ama nasıl? Mezhep, ırk ve çıkar temelinde yüzyıllarca kendi aralarında savaşmış devletlerin bir araya gelmesi fikri, adeta bir “ütopya”ydı ama gerçekleştirilmesi kaçınılmaz bir ütopya.
Bu zorlu sınavdan geçildi: Avrupa’nın siyasal tarihi, mezhebi ve etnik bölünmüşlüğüne rağmen entegrasyon fikrinin bugünlere gelmesi kimi zaman duraksayan, kimi zaman gerileyen; tartışma ve çatışmaların hiç eksik olmadığı sancılı bir süreçten geçti. Haluk Özdemir Avrupa Birliği’nin Mantığı: Avrupa Bütünleşmesinin Teori ve Dinamikleri kitabında bu sürecin teorik ve pratik boyutlarını kapsamlı bir şekilde anlatır. Çok öğretici olsa da burada bunun ayrıntılarına girme imkanımız yok. 1952’de Avrupa Kömür Çelik Topluluğu olarak başlayan süreç 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) sonra da AB’ye doğru genişledi.
Mescid-i Aksa’nın Yakılması ve İİT
AET kurulduğunda Filistin’de çığlıkları bugüne kadar uzanan trajik bir hikâye yazılmaktaydı. Bu trajedi 21 Ağustos 1969’da Michael Denis Rohan isimli Avustralyalı bir Siyonist’in Mescid-i Aksa’yı yakmasıyla zirveye ulaştı. İlk kez bu olay sebebiyle 25 Eylül 1969’da Fas’ın Rabat kentinde 24 İslam ülkesi “İslam Zirve Konferansı” adı altında bir araya geldi. Böylelikle ismi sonrada İslam İşbirliği Teşkilatı’na (İİT) dönüşecek olan İslam Konferansı Örgütü kurulmuş oldu. Filistin’in işgalinin üzerinden 20 yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen, İslam ülkelerinin kurumsal bir organizasyona sahip olamamalarının altında taht kavgaları, hanedan kavgaları, kişisel çıkar vb. gibi saikler vardı. Kuşkusuz İİT tepkisel bir organizasyondu. Sözünü ettiğim saiklerin aşılması için teorik bir temelden ve pratik bir yol haritasından mahrumdu. Birleşmiş Milletler’den sonra en büyük uluslararası teşkilat olan İİT, ilk toplantısının sonuç bildirgesinde BM tüzüğüne atıfta bulunarak hükümetler arasındaki sorunları “barışçıl” yollarla çözmeyi taahhüt ettiklerini açıkladı ve İsrail’i eylemlerinden dolayı kınadı.[1] Böylelikle İsrail’in her katliam ve işgalinde İİT’nin İsrail’i kınamalar zinciri de başlamış oldu.Teşkilat o günden bu yana İsrail’i kınamaya devam ediyor. En son İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırımda Refah katliamını kınayan ve BM’yi göreve çağıran[2] örgüt, İsrail işgali karşısında İslam dünyasının acizliğini simgeleyen bir kuruluş olarak anılır oldu.
Alptekin Dursunoğlu, Direnişin Kayıp Anlatısı başlıklı üç kitaplık serinin Kayıp Direniş kitabında Filistin’in işgali sırasında Arapların ve İslam dünyasının programsızlığını ve malul oldukları asabiyetleri ayrıntılı bir şekilde anlatır. Serinin ikinci kitabı olan Direnişin İnşası kitabında ise Arap liderlerin birbirlerine olan güvensizliğine ilişkin dramatik bir olay aktarır. Bu olayın 1970’deki Kara Eylül’den hemen sonra yaşanması önemini daha da artırmaktadır. Dursunoğlu şöyle yazar:
“Hasaneyn Heykel’in naklettiğine göre Yaser Arafat, zirve toplantısına katılabilmek için Amman’dan gizlice ayrılabilmişti. Kral Hüseyin, Sudan Cumhurbaşkanı Cafer Numeyri’nin kendisine yönelik ‘hâlâ kan döktürdüğüne dair suçlamalarına cevap vermek için’ toplantıya geliyordu.
Kaddafi, “Nasıl gelebilirmiş, o azılı bir delidir” diye öfkeyle bağırarak Hüseyin’in toplantıya gelmesine karşı çıkıyordu. Suudi Kralı Faysal, “Bir Arap lideri hakkında uluorta nasıl konuşabilirsiniz?” diye Kaddafi’ye itiraz ediyordu. Kaddafi Hüseyin’in babasının İstanbul’da akıl hastanesinde tedavi gördüğünü hatırlatarak Hüseyin’in ailesinin tamamının deli olduğunu söylüyor; Nasır ise ‘belki de hepimiz deliyiz’ diye espriler yaparak ve onun gelmesinin faydalı olacağını belirterek tarafları yatıştırmaya çalışıyordu.”
Toplantı sırasında yaşananlar ise Dursunoğlu’nun ifadesiyle çılgıncaydı. “Kral Hüseyin toplantıya yanında iki subayla gelmişti. Hepsi silahlıydı, Arafat’ın da Kaddafi’nin de belinde tabancaları vardı” diyen Dursunoğlu şunları aktarıyor:
“Arafat, Hüseyin’i parmağıyla göstererek, ‘Bu caniyi görüyor musunuz? -diye haykırdı- Önce bizi öldürüyor, sonra da buraya geliyor.’ Onu güçlükle yatıştırdılar. Kral Faysal bakışlarını çevrede dolaştırarak, ‘Bu tuhaf insanlar arasında bir cephanelikte bulunuyoruz Allah’ım…’ dedi. Üzerinde tabanca taşıyan hiç kimsenin yanında oturmayı reddetmesine rağmen hiçbiri silahından ayrılmak istemedi.”
Bu parçalanmışlığı daha doğrusu patolojiyi örneklendiren başka pek çok örnek verilebilir. Nitekim Dursunoğlu, başka dramatik örneklere kitabında yer veriyor. Asıl altını çizmemiz gereken nokta Nasır’ın ifadesiyle “delilik” devam ederken, bir yandan Filistinlilerin acılarının devam etmesi diğer yandan da Batı’nın kendi birliğinin kurumsal temellerini oluşturmuş olmasıydı.
Kaçınılmaz Olanı Ütopyalaştırmak: Direniş Ekseni
Malum olduğu üzere İslam dünyasının parçalanmışlığının nedenlerini biz genelde dışarıda ararız. İngiltere’nin, Siyonistlerin, masonların entrikalarından söz eder dururuz. Kuşkusuz bu tamamen yanlış değildir. Ama bugün anlıyoruz ki, sorunun kaynağı bunlar değil. Eğer sorunun kaynağı bu olsaydı işgal, sürgün ve katliam arasında Arap liderler bellerinde silahlarla konuşmazlardı. Sanmayın ki tek ayrılık gerekçemiz Şiili-Sünnilik. Nitekim yukarıda ismi geçen liderlerin hiçbir Şii değildi. Doğrusu, bizim tefrikaya yatkın bir zihin yapımız var. Daha açık konuşmak gerekirse fitne dışarıda değil, fitne bizim düşünme ve inanma biçimimizde.
Bugün, “İsrail güçten anlar!” sözünü pratik gerçekliğe dönüştürebilen “direniş ekseni”nden başka bir şey yok elimizde. Buna rağmen, bu eksenin liderliğini yapan İran hakkında sınırsız bir antipropaganda üretiliyor. Birlik olmak bir yana İran “hasım” olarak empoze ediliyor. Özellikle dindar gençlere İran’la birlik olmanın “ütopya” olduğu söyleniyor.
Bu kişilerin girişte aktardığım Avrupa tarihini yeniden hatırlamalarını isterim. Acaba hangisi ütopya? Batı’nın kendi arasında birlik olması mı yoksa bizim direniş ekseniyle birlik olmamız mı?
Dini argümanları bir kenara bırakıyorum. Bugün sırf menfaatlerimiz açısından bile İran ve direniş ekseni ile birlik kaçınılmazdır. Sorun şu ki, Batılılar bir ütopyayı gerçeğe dönüştürürken, biz kaçınılmaz olanı ütopyalaştırıyoruz. Kim yapıyor bunu, Batılılar mı yapıyor yoksa biz kendi elimizle mi yapıyoruz?
Şunu da hatırlatmak istiyorum:
AB ülkelerinde 24 resmi dil konuşuluyor. Azınlıklar ve yerel diller de hesaba katıldığında bu sayı 60’ı buluyor. Avrupa Birliği’nin “farklılıklarla birlik” sloganı 300’ün üzerindeki azınlığı da kapsıyor. Her yedi Avrupalıdan biri dilsel-kültürel bir azınlığın parçası durumunda ve bunların (sonradan göç edenler hariç) 100 milyon kişiden fazla olduğu ifade ediliyor. Dahası, dinsel bölünmüşlük de oldukça çarpıcıdır; Hıristiyan âleminde bugün binlerce tarikat bulunduğu belirtilmektedir.
Buna rağmen AB, kapı gibi İsrail’in yanında durdu, durmaya da devam ediyor.
İlginç bir örnek daha aktarmak istiyorum. Cornell Üniversitesi’nde Milton Leitenberg’in (2006) yapmış olduğu “20. Yüzyıldaki Çatışma ve Savaşlarda Ölüm” isimli çalışma insan eliyle işlenen cinayetlerin, katliamların, ölümlerin bir kronolojisini sunar. Araştırmada dikkat çekici bir nokta var. 1955’den sonra, yani BM kurulduktan ve Avrupa kendi içinde birliğini sağladıktan sonra, savaşla ilişkili yaşanan ölümlerin neredeyse tamamının Afrika, Ortadoğu, Uzak Doğu, Latin Amerika coğrafyalarında gerçekleşen savaşlar neticesinde ortaya çıkmasıdır. 70 civarında ülkede gerçekleşen bu savaşlarda (iç savaşlar dahil) yaklaşık 41 milyon kişi ölmüştür. Bu rakamlar, Batı’nın kendi arasında savaşmayı bırakıp, savaşı mazlum coğrafyalara ihraç ettiğini gösterir.
Özetle demek istiyorum ki en azından düşmanınıza bakın! Vahdet hakkındaki ayetler ve hadisler sökmüyor artık kimseye. En azından ABD, İngiltere ve AB’nin şu soykırımın arkasında nasıl durduklarına bakın. Savaşın ve soykırımın bizim bölünmüşlüğümüzden güç aldığını fark edin.
Sonuç olarak: Şii-Sünni demeden, Türk-Kürt demeden, Türkiye-İran demeden hatta Müslim-Gayr-i Müslim demeden birlik/vahdet fikrini savunmayan kişilerin İsrail zulmünden ve üzerimizde kurulan emperyalist hegemonyadan şikâyet etmeye hakkı yoktur. Hakkı olsa da faydası yoktur.