2 Ekim 2018’de “Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda bir gazeteci öldürmüşler” dedikodusu daha haberlere düşmeden önce kaynakları sağlam bir gazeteci arkadaşımı aramıştım. Sağduyusuna, aklına güvenirim ama ‘adamı testereyle kesmişler’ dediğinde inanmadım. Sonraki dehşet hissini herkes hatırlıyordur.
Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı’nın, vatandaşı olduğu ülkenin başka bir ülkedeki diplomatik temsilciğinde adli tıp doktoru uzmanlığı ile akıl almaz bir cinayete kurban gitmesinin üzerinden geçen sürede çok şey değişti.
Hiçbir şey olmadı ise o güne kadar uluslararası arenanın parlayan yıldızı Muhammed Bin Selman’ın okumuş prens yüzünün arkasındaki gaddarlık görünür hale geldi. O günden sonra asla eski popülerliğini bulamadı.
Türkiye başta hem sorunun Riyad-Ankara arasına hapsedilmemesine çalıştı hem de cinayetin üstünün örtülmesini engelledi.
Kaşıkçı cinayetinin uluslararası hale gelmesinde Türkiye’nin ısrarlı takibi büyük rol oynadı. Bunda özellikle MİT’in Suudi Arabistan’ın Başkonsolosluğu’nda yaşanan cinayeti saniye saniye kaydetmiş olmasının büyük rolü var.
Bu menfur hadisenin dünya kamuoyuna mal edilmesinde iktidar önünde bulduğu bu çok kritik iletişim sürecini kendi içindeki grup kavgalarına kurban etti ayrı mesele. Tüm dünyanın kulak kesildiği bir olayda TRT World gibi büyük bir imkân kullanılabilir, ABD’den Avrupa’ya kadar tüm dünyadaki haber merkezlerinde TRT World’ün izlenmesinin ve kendini kabul ettirmesinin önü açılabilirdi. Yapılmadı.
Onun yerine akraba ve klik kavgası hâkim geldi ve iktidarın işlevsizliğini defalarca kanıtlamış grup gazeteleri kollandı. Türkiye’de bile itibarı olmayan yayın organları eliyle mesele içerde bir medya kavgasında harcandı gitti. Bugün için ana mesele bu değil o yüzden burada durmuş olalım.
Ama yaşananların, 1 Mart tezkeresi ile ABD askerlerinin Türkiye sınırlarını kullanmasına hayır denilmesinin etkisine benzer bir yansıması oldu. Ankara hem Batı’da hem Doğu’da ahlaki bir üstünlük kazandı. Zaman içerisinde iktidarın dış politikadaki vizyon daralması ve birçok ülke ile normalleşme adına sert dönüşler yapma ihtiyacı ise Kaşıkçı davasını farklı bir yere oturttu.
Özellikle Arap dünyasında muhaliflerin güvenli bölgesi olan İstanbul, önce Kaşıkçı’nın öldürülmesi sonra da onlara ev sahipliği yapan Türkiye’nin dış politikada rota değiştirmesi ile eski cazibesini kaybetti.
Son gelişme ile davaya bakan savcı kendince sıraladığı birçok gerekçe ile artık sorumlunun Suud mahkemelerini olduğunu belirtti. İlgili mahkemenin bunu Adalet Bakanlığı’na sormasının ve gelinen noktanın hukuki bir açıklaması yok. Bu adıma siyaset, jeopolitik, ekonomik çıkar, pragmatizm velhasıl her şey denilebilir sadece adalet ya da hukuk denilemez.
Bu kararın Adalet Bakanı’nın değişmesinden sonraya gelmesi de herhalde sadece tesadüftür. Bozdağ “mahkeme Adalet Bakanlığı’na görüş sordu. Biz de bu konuyu inceletiyoruz. Uluslararası adli yardımlaşma anlaşması çerçevesinde görüşümüzü bugün göndereceğiz. Henüz görüş bildirmedik. Bu yargılamanın, davanın nakli konusunda olumlu görüş bildireceğiz.” ifadeleri ile hem incelettiklerini hem de olumlu görüş vereceklerini söyledi. Madem olumlu görüş bildirecekler o zaman neyi niçin inceletiyorlar sorusu anlamsız tabii. Sonuç, Bozdağ oturduğu koltuğu hak ettiğini göstermiş oldu.
Burada sayın Adalet Bakanı’na hatırlatılacak küçük bir husus var. Bir ülkenin kendi topraklarında işlenmiş bir suçu yargılama yetkisi vardır bu da kendi egemenlik hakkının bir sonucudur. Bu hakla birlikte bu egemenliği de devretmiş olmuyor mu?
Elbette iki ülke ilişkilerinin tek bir olayla tanımlanmasını, birçok siyasi ve ticari ilişkinin tek bir parametreye hapsolmasını kimse bekleyemez. Ama diplomasi hiçbir şey değil de en azından usule ve izlenecek yola dair bir sanatsa o sanatın inceliklerinin burada olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Türkiye İsrail ilişkilerinde Mavi Marmara’da 10 sivilin şehit edilmesi büyük yara açtı. Ama sonrasında takip edilen diplomatik süreç hem olayın büyüklüğü hem Türkiye’nin devlet geleneği hem de dünyadaki saygınlığı ile mukabildi.
Bugün Erdoğan’ın ‘ne istediniz de vermedik’ bakışı ile özetlenebilecek iş tutuş tarzının diplomasiye tahvili sadece kısa vadeli ilişkilerde beklenen sonucu doğurmayacağı gibi uzun vadede de Türkiye’nin sözünün ağırlığına zarar verecek.
Kaşıkçı cinayetinin sorumlusunu ne Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi öncelikleri, ne genç Suud Prensi’nin kişisel ihtirasları, ne de jeopolitiğin adalet(sizliğ)i değiştirecek.
Erdoğan, ‘dünyada ezilenlerin gür sesi’ sloganını, arada bir üzerindeki naftalin kokusunu içine çekerek kullanabilir tabii ki. Ta ki uluslararası mahkemeler, o da olmaza küresel vicdan cinayetin gerçek azmettiricilerinin peşine düşene kadar.
Bitirirken: Bu vesile ile Ramazan ayını tebrik ediyorum. Bayrama ulaşma duası ile.