Kıyama ‘LA’ ile Başlamak

Eklenme Tarihi: 24 Kas 2015
7 dk okuma süresi

Yeryüzüne Allah Azze ve Celle’nin halifesi olarak gönderilen insanoğlu, ilk atası bir peygamber olduğu ve kendisine sürekli uyarıcılar geldiği halde çoğu zaman yolunu şaşırmış, kendisini azaba uğratacak mecralara sürüklenmiştir. Öyle ki bu bilinçli ya da bilinçsiz savrulmalarında kendisini uyaran rahmet elçilerine karşı çıkmış, Rabbanî yolu reddetmiş, kendi hevâ ve hevesinin peşinde ömrünü tüketmiştir. Hâlbuki gelen elçilere uymuş olsa hayatın labirentlerinde kaybolmayacak, kurtuluş reçetesine sarılarak tüm hastalıklarından şifaya kavuşacaktır. İnsanların çoğu, tarihi tekerrür ettirip her defasında Allah’ın Rasullerine karşı çıkmış olmasına rağmen bu sünnet (Allah’ın insanlara elçi göndermesi), son Peygamber Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e kadar devam edegelmiştir.

Aynı davanın takipçileri olan Rasullerin kavimlerine ortak çağrısı, ayette ifade buyrulduğu gibi Tevhid eksenli olmuştur. “Senden önce hiç bir peygamber göndermedik ki, ona şunu vahyetmiş olmayalım: “Benden başka ilah yoktur, öyleyse bana ibadet edin.”1 Çağrının böyle başlamasının en önemli nedeni hiç kuşkusuz tüm toplumlarda görülen, müzminleşmiş olan şirk hastalığıdır. Tarih boyunca karşılaşılan durum; elçilere tâbi olan samimi bir azınlık olsa da büyük bir kesimin hidayet rehberlerine tâbi olmayıp, cahil atalarının uydurdukları bâtıl sistemlerle hayatlarını sürdürdükleridir. Bu toplumların ortak özelliği; Allah Azze ve Celle’yi yaratıcı ve rızık verici olarak kabul etmelerine karşın, hayatlarına karışma ve hüküm koyma hakkını O’na vermemiş olmalarıdır.

Böyle toplumlarda ilk yapılması gereken nedir?

Nasıl bir sözle işe başlanmalıdır? Nasıl bir söylem geliştirilmelidir ki bir iki meseledeki yanlışları değil, tüm yanlışları kökünden söküp atabilsin? Bu öyle bir söylem olmalı ki gelecekteki tüm karar ve eylemlerde sürdürülebilir, gerçekçi, tüm zaman ve mekânlarda geçerli olabilsin. Ve yine öyle bir söylem olmalı ki, bir ibareden, bir söylemden öte bir cümle ile bir hayat tarzı değişikliğini kastedebilsin.

Her şeyin en doğrusunu bilen ve insana bilmediklerini öğreten Allah Azze ve Celle, her dönemde İslamî hareketi komuta ederek, Rasullerine şirk içindeki toplumlara nereden ve nasıl tebliğ edeceklerini öğretti. Tüm Peygamberler Aleyhimesselam, içinde bulundukları toplumun bir yandan Allah’ı kabul edip öte yandan hükümler noktasında kendi kafalarından uydurdukları ve bunu sistemleştirdikleri düzenlerine muhalefet etmişler, böyle bir anlayışa muhalefet ederek bâtıl sistemleri red (LÂ) ile işe başlamışlardır.

Lâ; bir temizlik operasyonudur. Allah’a ait olmayan tüm hükümlerden, benliğe işlenmiş tüm yanlışlıklardan arınmadır. Cahiliyeye ait olan tüm kırıntılardan sıyrılmanın, ancak bundan sonra ‘İllallah’a ulaşılabileceğinin şuuruna varmanın ilk basamağıdır. Üstad Seyyid Kutub, örnek bir Kur’an neslinin oluşumundaki etkenlerden birisi olarak şunu söylemektedir: “O insan, İslam’a girdiğinde bütün cahiliye geçmişinden soyutlanıyor, yepyeni bir hayata başladığının bilincinde olarak cahiliyeye ait öğrendiği ve yaşadığı her şeye şüphe, ürperti ve korkuyla yaklaşıyordu. Onu, İslam’la bağdaşmayan bir pislik olarak kabul ediyordu.”2

Bir çiftçinin iyi ürün elde edebilmesi için tohum atacağı toprağı önce bir temizlemesi, ayrık otlarından arındırması ve tesviye etmesi nasıl gerekli ise, imanın kalplerde yer edebilmesi için de böyle arındırma işleminden geçmesi gerekir. Ta ki hücrelere işlemiş olan şirk kalıntılarından ve etkilerinden kurtulmak mümkün olsun. ‘Lâ İlâhe’ ile önce bütün ilah taslakları reddedilecek, onların her türlü mikrobik etkisinden kalp ve beden sterile3 edilecek ki ‘İllallah’ denilebilsin ve o vücuda yalnız Allah’a kulluk etmenin şuurunda bir iman telakkisi yerleşebilsin. İnsan bir bardak su içerken bile evvela bardağı yıkayıp, ondan sonra suyu doldururken, iman gibi bir hakikat nurunun yerleşeceği kalbi neden sahte sevgilerden, ilahlaştırılmış nefsanî düşüncelerden temizlemek istemez.

Tüm Peygamberler kavimlerinin ve sistemlerinin tepkisini göze alarak bu başlangıç noktasından işe başladılar. İşleri hiç de kolay değildi. Yıllarca şirk içerisinde yoğrulmuş olan, kendi elleriyle yonttukları ve ilah edindikleri putlarından onları ayırabilmek, onlara hayatlarını kendi istekleri doğrultusunda değil, Allah’ın hükümlerine göre yaşamalarını söyleyebilmek, şirkin merkezinde Tevhid bayrağını açabilmek hem de hiç kolay değildi. Ancak tüm bu zorlukları en iyi bilen Allah Azze ve Celle, yine de Rasullerinin bu şekilde ortaya çıkmasını istiyordu. Böylesi toplumlarda yetişen insanları tam manasıyla temizleyebilmek başka türlü mümkün olmuyor demek ki. Kavminin tüm zorlamaları ve Ebu Talib’in ricasıyla başka bir sözle ortaya çıkmasını istemelerine rağmen Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Lâ ilâhe illallah derim, başka da bir şey söylemem” diyordu.

Böyle bir başlangıç ile ortaya çıkmak; mevcut gayr-i İslamî düzenlere muhalif olmayı gerektirir. Hiçbir Peygamber mevcudu muhafaza için gönderilmemiştir. Zaten mevcut toplum düzeni Allah Azze ve Celle’nin razı olduğu bir şekilde ise oraya peygamber göndermenin gereği nedir? Allah, bir yerde toplum düzeni kendi istediği şekilde değilse, daha önce gönderilmiş olan peygamberin gösterdiği yolda yürünmüyorsa, o peygamberle beraber gönderilen kitap tahrif edilmişse, böylesi durumlarda yeniden bir peygamber göndermiştir. Gönderilen elçi, toplumun içinde bulunduğu sisteme muhalefet ederek Allah’ın hükümlerine göre toplumu yeniden inşa etmeye çalışmıştır.

Her zaman ve mekândaki cahiliyeye karşı aynı şekilde hareket edilip muhalif olmak ve istenilen toplum teşekkül edene kadar, tüm meselelerde Allah’ın hükmüne razı olununcaya kadar bu muhalif tavrı sürdürmek gereklidir. Aksi takdirde toplumdaki yozlaşma ve adeta ölü toprağı serpilmişçesine cahiliye sisteminde yaşamaya alışmış ruh haline sahip insanları uyandırmak mümkün olmayacaktır. Musa Aleyhisselam’ın kavminden, kendilerine verilen kitaba sımsıkı sarılmaları ve Allah’a verdikleri ahde bağlı kalmaları istenince; “İşittik ve isyan ettik” demişlerdi. Bu inkârlarının sebebi; onların içinde bulundukları toplumda uzun yıllar esaret altında kalmaları ve toplumun yapısına iliklerine kadar alışmalarıydı. Kur’an bu durumu şöyle anlatıyor: “…Buzağı sevgisi kalplerine iyice sindirilmişti (adeta içirilmişti.)”4 Muhalefet ruhunu kaybetmiş bu toplum Müslüman kimliğini de yıllar içerisinde kaybetmiş, bazı meselelerde İslam’a tâbi olan, bazı meselelerde ise beşeri kanunlara uymakta sakınca görmeyen karışık bir inanca sahip olmuştur.

Bu sebepledir ki Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem; “Lâ ilâhe illallah deyin ve kurtulun” diyerek insanları İslama davet ediyor, bunun dışındaki söylemlerle hareket etmiyordu. Davetine, içinde bulunduğu toplumun ezilmişliğinden, özelde kadınların ve genelde tüm insanların haklarından, Bizans ve İran gibi o günün iki süper gücüne karşı Arap Birliği’nden başlayabilirdi. Bunlardan herhangi biriyle başlamış olsa, toplumun büyük kesimlerinden kabul görebilirdi. O, Rabbinin yönlendirmesi sayesinde bütün bunlarla değil de çok daha zor olan, onların şirk düzenlerini ve ilahlarını hiçe sayan ve toplumda kutuplaşmaya sebep olabilecek Tevhidî bir söylemle ortaya çıkıyordu. Bu öyle etkili bir sözdü ki toplumu temelinden sarsıyor, gündem oluşturuyor, inananlarla inanmayanların saflarını (birbirleriyle kan ve akrabalık bağları olsa bile) ayırıyor ve netleştiriyordu.

‘Lâ ilâhe’ ile ortaya çıkış, hiçbir şekilde cahiliye sistemi ile kol kola yürümeye, onunla uzlaşmaya müsaade etmiyordu. Mekke’nin ilk yıllarında, hareketi yumuşatmak, hâkim olan sistemle uzlaştırarak hareketin sisteme muhalif kısımlarını törpülemek isteyenlere, Allah Azze ve Celle fırsat vermiyor ve bu konularda Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i uyarıyordu: “Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı, yumuşamanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı (yumuşayacaklardı).”5

Mekke’de bir yandan İslamî hareket yayılıyorken, diğer yandan bundan endişe duyan Mekke müşrikleri değişik zamanlarda, farklı kişileri devreye sokarak Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’le uzlaşma zemini aramaya devam ediyorlardı. Kureyşliler bir gün Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e gelerek şöyle dediler: “Ey Muhammed! Gel biz senin tanrına ibadet edelim ama sen de bizim tanrılarımıza ibadet et. Seni işlerimizin hepsine ortak ederiz. Eğer getirdiğin şey iyi ise biz de ona katılırız ve ondan payımızı alırız. Eğer bizdeki, senin getirdiğinden daha iyi ise sen ondan payını alır ve ona ortak olursun.” Bunun üzerine; ‘De ki: Ey Kâfirler…’ şeklinde başlayan sûre nazil olmuştur.6 Burada görüldüğü gibi Allah Azze ve Celle, Rasulullah’a yapılan uzlaşma tekliflerine ve müşriklerin bu konudaki ısrarlarına bir set çekmiş, hiçbir şekilde ve hiçbir şartta Tevhid ile şirkin uzlaşamayacağını sert bir üslupla bildirmiştir.

Mücadeleye “Lâ” ile başlamak ve muhalefet ruhunu daima muhafaza etmek (tâ ki İslamî hükümler hâkim olana dek) kalplerde, böylesi cahiliye sistemlerine oluşabilecek meyilleri ortadan kaldırmakta, davanın müntesiplerini zor zamanların adamı olarak yetiştirmekte, onları pasiflikten aktifliğe, gafletten uyanıklığa, gevşeklikten hareketliliğe sevk etmektedir. Aksi takdirde İslamî hareketler, toplumun tüm kesimlerine nüfuz ederek hâkim olan cahiliye sistemlerinde, yumuşamaya, uzlaşmaya ve yozlaşmaya doğru evrilecek, istikametinden saptırılarak başka yönlere kanalize edilecektir. Tüm bu sapmalardan kurtulmanın yolu; ibadet gibi konularda Allah’a ve Rasulüne tâbi olunduğu gibi, her zaman ve şartta İslamî duruşu gösterme, hareket metodu gibi konularda da Allah’a ve Rasulüne tâbi olmakla mümkündür.

Rabbim, kendi yolunda kendi gösterdiği şekilde mücadele edenlerden olmayı nasip eylesin. Âmin.

1. Âl-i İmran, 103 2. Ahmed b. Hanbel, Müsned: 4/145 3. Kenzül Ummal.c.1. Hn.1025 4. Kenzül Ummalc1 Hn 1029 5. İbn Mâce 6. Maide 2 7. Kenzül Ummal.c.1. Hn.1026 ve 1027 8. Ahmed b. Han¬bel, Müsned, C.5 9. Kenzül Ummal.c.1. Hn. 1031 10. Kenzül Ummal.c.1. Hn. 1033 11. Saffat, 164-165 12. Tevbe 119 13. Saff Suresi, 4