Lübnan krizi herhangi birinin cumhurbaşkanı seçilmesi ikilemine mi indirgendi?
Lübnan krizinin, bazılarına göre Lübnan meselesinin mustarip olduğu çıkmaz, çözüm veya çıkış bulmanın zorluğuyla sınırlı değil.
Bunun ötesine geçerek, Lübnan’daki siyasi güçlerin, özellikle de Hizbullah’ın projesine ve direniş ittifakına karşı çıkanların genel performansını anlamanın yarı imkansız olduğu bir noktaya varıyor.
Bu yarı imkansızlık, bu güçlerin basit ve kolay görünen ancak içerik olarak çıkmazın özünü ifade eden bir soruyu yanıtlayamamalarında yatıyor.
Soru şu; bu siyasi güçler, temel ve öz anlaşmazlık konularında köklü uzlaşılara varılmadan, Lübnan Cumhuriyeti için bir cumhurbaşkanı seçmenin ve bu başkanın Baabda Sarayı’na yerleşmesinin çözüm olduğuna gerçekten inanıyorlar mı? Söz konusu anlaşmazlıkların başında, İran-Suriye ekseni ve müttefiklerinin Lübnan’ın jeo-stratejik konumunu seçme üzerindeki hakimiyeti geliyor, o yüzden daha basit bir dille soralım:
Lübnan hangi eksene ait, batı mı doğu ekseni mi, açık Arap-Körfez ekseni mi yoksa direnişçi İran-Suriye ekseni mi?
Bunun altında siyasi, mali, ekonomik ve sosyal reformlar, yönetim, makamlar, başkanların yetkileri, hükümetlerin biçimi, kurulma yöntemleri gibi diğer daha pek çok alt anlaşmazlık konuları sıralanıyor.
Yakın ve uzak çeşitli deneyimler yaşandı. 2008’de Hizbullah’ın Beyrut ve Cebel bölgesini işgalini Doha anlaşması veya uzlaşısı takip etmişti.
O dönemde Kara Gömlekliler savaşı adı verilen bu hadise, ordu komutanı Mişel Süleyman’ın cumhurbaşkanı seçilmesi konusunda mutabakata varılmasıyla sona ermişti.
2016’da Lübnan Kuvvetleri, eski başbakan Saad Hariri’nin lideri olduğu Mustakbel Hareketi ve Özgür Yurtsever Hareket arasındaki mutabakat ise iki yıldır devam eden cumhurbaşkanlığı seçimi sorununu, Hariri’nin başbakan seçilmesi karşılığında Hizbullah’ın adayı ve Özgür Yurtsever Hareket’in lideri Mişel Avn’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle çözmüştü. İki deneyim de tam anlamıyla bir başarısızlıktı.
Önce birincisi, “Hizbullah”ın Lübnan’ın bölgesel ve uluslararası eksen ve çatışmalarda tarafsız kalma politikasını teyit eden 2012 Baabda Deklarasyonu’na verdiği onayı geri çekerek, Suriye savaşına dahil olmasıyla geçerliliğini yitirdi.
Ardından ikincisi sadece 1 yıl sürebildi ve Lübnan’ın modern tarihinde tanık olduğu en ciddi mali, ekonomik ve siyasi çöküşe yol açtı.
Ek olarak, Hizbullah’ın ülke üzerindeki hakimiyetini pekiştirdi. Bu da o zamanlar İranlı bir yetkilinin Tahran şu anda 4 Arap başkentini kontrol ediyor diyerek övünmesine fırsat tanıdı.
2016’daki Doha deneyimi ve mutabakatı, bugünlerde Doha tarzı bir mutabakat sağlamaya çalıştığı dillendirilen Fransız rolü çerçevesinde tekrarlanmaya çalışılıyor.
Başarısız olduğunu söylediğimiz bu deneyim gibi, Fransız rolü de Hizbullah’ın devleti her yönüyle kontrol etme, karar mekanizmasını tekelinde tutma açısından ülkedeki mevcut ve devam eden güç dengesinin gölgesinde bir cumhurbaşkanı seçmeyi amaçlıyor.
En iyi tabirle krizin başarısız bir yönetiminden ibaret olan bu başarısız deneyim tekrarlanıyor.
Suudi Arabistan-İran anlaşmasının ardından bölgede yaşanan değişimlere rağmen, uzlaşmacı rüzgarları henüz Beyrut’a ulaşmadı.
Buna karşılık Yemen savaşı ve Suudi Arabistan’ın Beşşar Esad rejimi ile ilişkileri dahil olmak üzere daha zor ve hassas krizlerde rüzgarları hissedilmeye başlandı.
Ne var ki bazı tutumların seyri aşırılıkçılığa işaret ediyor ve bunların başında da Hizbullah Yürütme Konseyi Başkanı Haşim Safiyüddin’in uyarısı geliyor.
Safiyüddin “Lübnan çok tehlikeli bir aşamadan, kriz aşamasından ezici kaos dönemine geçiyor. Bugün bazı Lübnanlılara çağrımız, ülkeyi kurtarma sürecini hızlandırmak için mümkün olan her şeyden yararlanmalarıdır, çünkü gecikme onların çıkarına değildir.”
Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Şeyh Naim Kasım’ın tutumunu da aktaralım. Kasım Lübnanlılara iki aday arasında seçim yapmalarını söyledi: Süleyman Frenciye ve boşluk.
Bunlara bir de Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye’nin Beyrut’u ziyaretiyle aynı zamana denk gelen Güney Lübnan’dan İsrail’e roket atışı olayının göstergeleri, İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin -doğrudan Gazze halkına hitaben yaptığı bir konuşmada- ülkesinin direnişe olan bağlılığını ve desteğini vurgulaması eklendi.
İran yanlısı gösterilerin ortaya çıkardığı İran’ın Lübnan’daki Filistin kamplarındaki yayılması da gözden kaçmıyor.
Pastanın üzerindeki kiraz ise, İran Dışişleri Bakanı Emir Abdullahiyan’ın tam da bu zamanda Beyrut’a yaptığı ziyaretti.
Abdullahiyan ziyaretine Lübnan devletinin ana kurmaylarıyla değil, “Hizbullah” liderleriyle görüşerek başladı. Ardından ülkesinin büyükelçiliğinde bir dizi milletvekili ile görüştü.
Sonuç olarak, Lübnan’ın direniş eksenindeki mevcut konumu giderek daha fazla kökleşiyor ve bu da, Doha, Paris veya Kahire’de herhangi bir verimli mutabakata varılmasına olanak tanımıyor.
Aynı bağlamda, Lübnan’daki bazı “muhalif” medya organlarının teşvik ettiği şeye de kapılmamak gerekir. Söz konusu medya organları, Paris’in Süleyman Frenciye’nin adaylığını kabul etmekten geri adım attığını ve Fransa Dışişleri Bakanlığı ile Cumhurbaşkanlığı arasında bir anlaşmazlık olduğunu vurguluyorlar.
Ama bu, Bakanlığın “Fransa için tercih edilen bir aday olmadığını” duyurup Lübnanlılara liderlerini seçme çağrısı yapan açıklamasının yerel ve kategorik bir Lübnan merceğiyle yapılmış okumasıdır.
Lübnan’a dost ve ister Avrupalı ister Amerikan olsun, müttefiklerinden farklı ve ayrı politikaları olması zor, büyük bir Batı ülkesinin pozisyonunun anlamlarına dikkat ederek pusulayı düzeltmeye çalışmak gerekiyor.
Elbette bu, Fransa ile müttefiklerinin pozisyonunun tamamen mutabık olduğu anlamına gelmediği gibi, Fransa’nın özellikle İran ile ekonomik ve menfaatçi çıkarları olmasını da engellemez.
Dahası Fransa müttefikleriyle iki ana nokta üzerinde mutabık; ülke içinde minimum düzeyde de olsa güvenlik ve istikrarı sağlamak.
İkincisi, Lübnan sularından doğalgaz çıkarmak için sınırda sükûneti sağlamak. Bu ancak Hizbullah’ı kazanarak başarılabilir, çünkü – daha önce de söylediğimiz gibi – o zayıfların en güçlüsü.
Kendisine muhalif güçler arasında, tarafları arasındaki derin anlaşmazlıklar nedeniyle taahhütlerini yerine getirebilecek güvenilir bir muhatap bulunmuyor.
Batılı ülkeler artık bu iç güç dengesinden emin. Bu nedenle Fransa Hizbullah’ın adayını desteklerken ABD sessiz kalıyor ve bazı Arap taraflar görmezden geliyor.