30 yıldır medya okumaları yapan bir olarak, ‘gerçek’ kelimesini birçok kez duyduğumu hatırlıyorum.
Bu kelime gazetecilik bölümünde eğitim gören öğrencilerin sınıflarında sıkça duyulan kelimelerden biridir.
Ayrıca ders kitaplarında ve sınav sorularında da düzenli olarak geçer.
Daha sonra, aynı kelime editör rehber kitaplarında, iyi gazetecilik kodlarında yer alacak ve haber merkezlerindeki yaşlı meslektaşların ağzında sıkça duyulacaktı.
Gerçeği aslına sadık bir şekilde yansıtan bir haberden daha iyi bir şey yoktur…
Nesillerdir gazetecilik öğrencilerine böyle öğretildi. Bu gerçeği algılamanın, yaşamanın ve kanıtlamanın mümkün olduğunu ayrıca çok çaba ve odaklanma gerektirdiğini öğrendiler.
Bu, uygun şekilde tarafsızlık, bilgilerin doğru aktarılmasını, kaynaklarının doğrulanmasını, gerçeklerin taraflarının belirlenmesinde dengeyi ve onlara konumlarını ifade etmeleri için adil fırsatlar sağlanmasını gerektirir.
Bununla birlikte olayların arka planları ve bağlamlarının göz ardı edilmemesi de büyük önem taşıyor.
Gerçek, onlarca yıldır çerçevelendi ve açıkça tanımlandı. Olayı olduğu gibi algılayıp insanlara gerektiği gibi anlatmak, gazetecilerin misyonunun özüydü.
Gazeteciler gerçeği olduğu gibi aktaramadıklarında ya da medya kuruluşları tökezlediğinde eleştiri ve suçlamalar yöneltildi.
Çünkü içlerinden biri gerçeği anlamakta ve dürüstçe anlatmakta kusurlu davrandı.
Burada, ‘geleneksel’ medya, istenen profesyonel hedefe ulaşmaya yakınlık veya uzaklık derecesine göre profesyonel olarak sınıflandırıldı: Gerçeği algılamak ve doğruluk içinde aktarmak.
Ancak bu kolay ve basit denklem aynı zamanda ‘geleneksel’ medya dünyasında muhalefetten ve karalamalardan kaçmadı.
Medyanın zihinsel imgeleri şekillendirmedeki ve kamuoyunu etkilemedeki büyük önemi erken ortaya çıktı.
Çıkarları gerçekleştirmek için uyarlama konusundaki doyumsuz mücadele de ortaya çıktı.
Böylece sahtekârlık ve dolandırıcılık faaliyetleri gelişti. Gazetecilik sektöründe yaygın bir hal aldı.
Gözlemciler ve eleştirmenler, bir asır önce de bu tehlikelerin farkındaydı. Ünlü yazar ve gazeteci Walter Lippmann bile 1920’lerde “o zamanki ‘geleneksel’ medyanın ‘yalanlar ve uydurmalardan oluşan koca bir dünya yaratacak” düzeye ulaştığından bahsetti.
Gerçeği algılayamayan ve sadakatle aktaramayan bilgi durumunun bu sapkın sonuçları, kamuoyunun gerçeği anlama, doğru analiz etme ve rasyonel kararlar alma kabiliyetine büyük yükler getirecektir.
En azından geçen yüzyılın ortalarında Nazi ve Komünist propagandanın yoğun bombardımanı altında olan buydu. Bu, ‘Batı medyasının’ da gözünden kaçmadı tabii ki.
Ancak ‘geleneksel’ medyanın onlarca yıldır sahip olduğu devasa yetenekler ve bu sayede, zaman zaman yapay bir bilinç oluşturabilme kabiliyeti, ‘toplumsal iletişim’ araçlarının tezahürlerinde şahit olduğumuz fabrikasyon ve yapay alanlarındaki olağanüstü yaratıcılıkla kıyaslanacak olursa, bugün sadece mütevazı başlangıçlar olacaktır.
‘Geleneksel’ medya kanallarının taciz edici uygulamaları nedeniyle bozulan bir gerçeklikten, daha güçlü, cüretkar ve vahşi medyanın çizdiği başka bir gerçekliğe geçtik.
20 yıl önce, Fransız filozof Jean Baudrillard dünyamızdaki gerçeklik durumunun geleceği konusundaki soruya, dikkate değer bir dolaysızlık ve açıklıkla, “Bu dünyada, Gerçek anlam gittikçe azalırken, bilgi giderek artıyor” şeklinde cevap vermişti.
Baudrillard, gerçek ve gerçekçiliğin içinin boşaltılması ve alternatif bir yapay bağlam inşa etmede yanlışlama, insanların uyuşturulmuş ve hipnoz altında yaşadığı alternatif bir yapay bağlam inşa etmede tahrifat, benzetme ve simülasyonun rollerini vurgulamak için büyük zaman ve çaba harcadı.
Sosyoloji alanından gelen bu filozof, “küreselleşmiş bir toplumda simülasyonların gerçekliğin kendisinden daha inandırıcı hale geleceği ve hiper gerçekliğin söz konusu olacağı” (Hyperreality) fikrinden bahsediyor.
Gerçekte uydurma ve suni olan bu süper gerçekliğe dayanarak, toplumun geniş kesimlerinin tam bir kâbusu somutlaştıran bilinç ve vicdanları oluşacağını ileri sürüyor.
Dr. Yasir Abdulaziz