Bugün bile bu kirli yapıların, kişilerin devletin kıyısında, köşesinde beslenmeye devam ettiğini görmek hiç şaşırtıcı değil. Eğer bir ülkede hukuk devleti zaafa uğrar ve işlemez hale gelirse bu tür kirli yapıların devlet adına faaliyet icra etmeleri kaçınılmaz olur.
Unutmayalım, 90’lı yılların aktörlerinden olan bir marina kahyası gibi davranan bir zat “eğer ben olmazsam buraya mafya çöker, ben devlet adına görev yapıyorum” diyerek kendini devletin bir parçası olarak ilan etmişti.
Hiçbir demokratik hukuk devletinde, kişiler ya da illegal yapılar yasal olarak tarif edilmemiş bir güç kullanma yetkisine sahip değildir. Bu tür işler hukukun üstünlüğünün olmadığı kabile devletlerinde olur ancak.
Ama gelin görün ki bizzat AK Parti iktidarı tarafından kolları kanatları kırılan bu tür yapılar, ne yazık ki yine aynı iktidar döneminde palazlanıp durumdan vazife çıkararak etrafı kirletmeye başlamış bulunuyorlar.
Suç örgütü lideri olarak aranan Sedat Peker’in iddialarını hepimiz hatırlıyoruz… Kara paradan aranan Sezgin Baran Korkmaz, memleketin orta yerinde siyasi aktörlerden, bürokratlara ve yargıçlara kadar pek çok ünvanlı kişiyle fotoğraflar çektirip saygın(!) bir görüntü vermeyi başarabilmiştir. Dahası, bizzat ülkenin İçişleri Bakanı “suç örgütü liderinden her ay 10 bir dolar maaş alan siyasetçi var” diyerek çok önemli bir ifşaatta bulunmuş ama şu ana kadar hiçbir hukuki süreç başlatılamamıştır.
İşte böyle bir Türkiye fotoğrafında şu günlerde SADAT diye bir yapıyı tartışıyoruz. Peki nedir bu SADAT?
SADAT’ın resmi internet sayfasında, kurumun kuruluş sebebi şu ifadelerle açıklanıyor: “Uluslararası alanda Silahlı Kuvvetlerin ve İç Güvenlik Güçlerinin organizasyonu amacıyla, stratejik danışmanlık, özel savunma ve güvenlik eğitimleri ile donatım alanlarında hizmet vererek, İslam Ülkeleri arasında savunma ve savunma sanayi işbirliği ortamı oluşturmak ve İslam Dünyasının kendine yeterli bir askeri güç olarak da Dünya Süper Güçleri arasındaki hak ettiği yeri almasına yardımcı olmaktır.”
Bu açıklamaları düz olarak okuduğunuzda son derece masum ifadeler olarak değerlendirebilirsiniz. Ancak böyle bir şirket bir başka ülkede gayrinizami harp ve keskin nişancılık gibi alanlarda eğitim veriyorsa, insanlar doğal olarak “Neden bir başka ülkenin ordusu Türkiye’nin resmi ordusundan böyle bir eğitim talebinde bulunmaz da bu işleri Türkiye’deki bir şirketle halleder?” benzeri sorular soracaklardır. Hele de bu faaliyetleri, kurucusu olan emekli general Adnan Tanrıverdi’nin şirketi SADAT yapıyorsa… Bilindiği gibi Tanrıverdi geçmişte İslâm Birliği’nin Kongresi’nde yaptığı konuşmada kendisine atfedilen, “Mehdi gelecek. Ortamı buna göre hazırlamalıyız” sözleriyle gündeme gelmiş ve Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığından ayrılmak zorunda kalmıştı.
Ayrıca SADAT’ın ortaklarından olan Mehmet N. Efe, ASELSAN’ın ve MKE’nin ürettiği askeri ürünleri, yurt dışında sattıklarını ve yurt dışındaki faaliyetleri hakkında Dışişleri Bakanlığı’nın bilgisi olduğunu söylüyor.
Şimdi hiçbir önyargıya kapılmadan hakkaniyetle bakalım; üzerinde fazlaca şaibe bulunan, devletle ilişkileri yasal olarak tanımlanmamış bir kurum başka ülkelerde askeri eğitimler veriyor ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin ürettiği silahları pazarlıyor. Neden bu faaliyetleri devlet değil de bu kurum yapıyor? Devletin bu faaliyetleri yürütecek bir kabiliyeti yok mu yani…
Maalesef iktidar her konuda olduğu gibi bu tür yapılar konusunda da yeterince şeffaf değil. Bu yüzden de hakkında çok sayıda iddia bulunan SADAT’la ilgili toplumda farklı endişeler oluşuyor.
Nitekim geçtiğimiz günlerde SADAT’ın önüne giderek açıklamalarda bulunan ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu, “Seçimi gölgeleyecek, seçimin güvenliğini sarsacak bir şey olursa sorumlusu burasıdır…” diyerek toplumdaki endişeleri dillendirmiş oldu.
Bu meselenin seçim güvenliği ile ne ilgisi var diyebilirsiniz, belki de yoktur, eğer gerçekten yoksa bunu açık yüreklilikle topluma izah etmeleri ve kanıtlamaları gerekir.
Unutmayalım, bu ülke 90’lı yıllarda devlet adına racon kesen, arkasında çok sayıda faili meçhuller bırakan yapıların yarattığı devasa bir kirliliğin içinden çıkarak bugünlere geldi. İşte tam da bu yüzden yaşanmışlıkları yok saymak gibi bir lüksümüz olamaz.
Bütün bu tecrübelerden sonra, yoğurdu üfleyerek yiyen siyasetçileri suçlamak yerine iktidarın, devletin güvenilirliğini millete göstermesi daha hakkaniyetli bir tutum olacaktır.