“Sorunlarımızın büyük bir bölümü hayat, düşünce ve karşımızdakine olan anlayış biçimimizle ilgili”
Kültür faktörünün, halkların yaşamlarında ve ulusların gelişiminde ‘bağımsız bir değişken’ haline gelene kadar modern çağdaki uluslararası ilişkilerde en belirgin kalkınma faktörü olduğuna inananlardanım.
Dolayısıyla bir hayat ve düşünce biçimi ve bir arada yaşama felsefesi olan geniş kültür kavramının her yerde benimsenmesi için güçlü bir gerekçe olduğunu düşünüyorum.
Kimse yeme, içme, barınma ve giyim şeklinin bir milletin nesilden nesle aktarılan kültürel tezahürleri olduğuna itiraz etmez.
Hindistan’da geçirdiğim dört yıl boyunca kültür faktörünü en geniş anlamıyla deneyimledim. Hindistan nüfus bakımından komşusu Çin’i geride bıraktı.
Tüm dünyadaki en büyük insan topluluğu olan Hindistan nüfusunda çok sayıda sınıf, dil ve felsefe barındırıyor.
Bu kadar da değil, insan toplumlarının kendileriyle birlikte ulusal farkındalık derecesini ve ötekilik duygusunu yaratan benzersiz kültürlerle ayırt edildiğini de kanıtlıyor.
Nasıl ki bizim Arap milliyetçiliğimiz bir kültür oluşumu ise ve tıpkı milliyetçilik de ayrı bir kültürel kalıptır.
Psikolojik oluşumun, ortak bilincin geliştirilmesinin ve ortak davranış kalitesinin tamamen kültürel etkilerden ve bunun çeşitli etkileşimlerinden kaynaklandığını özellikle her şeyden çok dil faktörüne odaklandığımızda açıkça görebiliyoruz.
Son yıllarda yaşanan olaylara baktığımızda kültür faktörünün uluslararası çatışmaların çoğunda rol oynağını anlayacağız.
Büyük fikirler ve yeni felsefeler çoğunlukla kültürel nedenlerden kaynaklansa da açıklamaları her zaman belirli politikalara ve prosedürlere yol açan kültür faktörüyle yapılabilir.
Şimdi bu söylediklerimizi biraz daha açalım:
Çağdaş dünyada sivil toplumlar arasındaki ortak ilişki olarak küreselleşme, öncelikle kültürel bir yapıdır ve hiçbir siyasi analist bu konuda hiçbir iddiada bulunmaz.
Küreselleşme teorik olarak sınırların ortadan kalkması, engellerin kaldırılması ve insanlar arasında uluslararası akışların sağlanmasının yanı sıra başta hareket, çalışma ve inanç özgürlüğü olmak üzere dört büyük özgürlüğün insanlar arasında ayrımcılığa yol açan unsurlar olmaması demektir.
Küreselleşme, elbette ırklar arasında ayrım yapan, insanlara renklerine göre muamele eden ırkçı politikaların sona ermesini de beraberinde getiriyor. Bu yüzden küreselleşme, bir ulusun insanları arasındaki ortak kültürel mirasa dayalı yeni bir yaşam akışı kavramı sunmaya başladı.
Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması teorisi ve bunu modern bir teori olarak kabul etmesi, farklı kültürlere göre farklı insan toplulukları arasındaki düşmanlık ve bunların bir ulusun ortak zihni üzerindeki farklı etkileri arasında yeni tezahürlerin ortaya çıkmasına yol açtı.
Örneğin İslam kültürü, bazen bu kültüre mensup olanlara, daha önce yaygın olmayan hatalı algı ve fikirler verebiliyor. Bu durum son yıllarda terör olaylarının yaşanmasına ve bunların insan hayatı üzerinde olumsuz etkiler bırakmasına yol açtı.
George W. Bush’un Beyaz Saray’da Oval Ofis’indeki görüntüsüyle Usame bin Ladin’in Tora Bora Dağları’nda (Afganistan) olduğu bir görüntüsünü zihninde canlandıran bir kişinin iki durum arasındaki kültürel farklılıkların, iki taraf arasında entelektüel bir boşluğa yol açan ve milliyetçilik ile kültür arasında doğrudan bir bağlantı kuran önemli bir farkın nedeni olduğunu anlaması gerekir.
Medeniyetler çatışması teorisi yeni düşmanlar yaratmış, eski dosyaları açmış, kızıl komünist tehlikesinin yerine yeni bir tehlikeyi, deyim yerindeyse yeşil İslam tehlikesini koymuşken, mesele bu kadarla kalmıyor.
Burada, her insan toplumunun, kendisini diğerlerinden ayıran milli kimliğini nihai olarak şekillendiren kendine ait entelektüel ve kültürel niteliklere sahip olduğu şeklindeki unutulmaması gereken bir sonuçla karşı karşıyayız. Dolayısıyla çağdaş uluslararası ilişkiler büyük ölçüde kültürel faktöre bağlıdır.
Mısır’ın Viyana büyükelçiliğini yaptığım dönemi hatırlıyorum da oranın kültürlü insanları tarafından antik Mısır (Firavunluk) medeniyetinin başkentinin temsilcisi olarak görülüyordum.
Bir keresinde Avusturyalı yetkililerden bir Mısır sergisi açmalarını istemiştim. Onlar da iki medeniyet arasındaki ilişkiyi iki ülkeyi birleştiren kadim tarihi onurlandırmak adına serginin yapılacağı yerin Hofburg İmparatorluk Sarayı olması konusunda ısrar etmişlerdi.
Günümüzde ‘terörist’ zihniyetinin parçalanması ve yeniden yapılandırılıp fikirlerinin düzeltilmeye çalışılması, kültürel oluşumun belirleyici olduğunu göstermenin bir yoludur.
Artık terörün, geçmişle günümüz arasındaki niteliksel değişim sırasında ortaya çıkan bir tür kültürel isyan ve fikri çatışma olduğuna şüphe yok.
Bu, modernite kavramıyla bir yandan çağdaşlık diğer yandan geleneksel ve katı kalıplar arasında mücadele eden toplumların doğasıyla ilgili bir tartışma olduğundan terörün dünyanın geri kalanının yanı sıra Avrupa ve ABD’nin şehirlerini de hedef alması şaşırtıcı olmadı.
Avrupa’daki aynı ya da birbirine yakın köklerden gelen komşu ülkeler arasında bile olayların patlak vermesi, çatışmaların ve savaşların çıkması, Batı demokrasisinin genel anlayışına da Batı medeniyetinin modernite gömleği olan kırılgan dokunun çökmesine yol açacak kadar yansımıştır.
Burada, uluslararası sahnede dolaşan kelime dağarcığının tamamen olmasa da çoğunlukla Batı medeniyetinden türetildiğini ve düşünsel bileşimi ve kültürel varlığı doğu sentezli olan Rönesans öncesi bir dönemde olsa bile bunun Müslüman Doğu’yu bir dereceye kadar etkilemiş olan ve örtüşen medeniyetlerin özümsenmesinin bir karışımı olduğunu hatırlamamızda fayda var.
Ulusal çalışmalar yapanlar ve siyaset bilimi profesörleri, dil faktörünün modern milliyetçiliğin bileşenlerinin temeli olduğunda hemfikirler. Arap milliyeti dediğimizde etnik kökeni ya da dini ne olursa olsun, o millete mensup ve ana dili Arapça olan herkesten bahsediyoruz.
Arap ulusal hareketinin Levant (el-Maşrık) bölgesinde ve diasporada doğup büyüdüğünü, doğuşunda ve refahında Levant’taki Hıristiyanların önemli bir rol oynadığı gerçeğinin de gösterdiği gibi çoğunlukla tarafsız bir kültürel mirasa dayandığını göreceğiz.
Her milletin ya da komşu milletlerin konuştuğu dilin, düşünce ve ifade birliğiyle ortak unsurları toparlayabilmesi bakımından uluslararası modern dönem ilişkilerinde belirleyici faktör olduğunu da göreceğiz.
Bu satırlarla Kültürün geçmişin mirası, bugünün ışığı olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum.
Bu bir gelecek vizyonudur. Çağdaş milliyetçilik anlayışının temel özü olan kültürel faktöre odaklanmadan milliyetçilikten söz edilemez.
Milletler ve halklar arasında bir arada yaşama ve karşılıklı anlayış gösterme gibi temeller tartışma konusu değildir.
Yani bunlar herkesi kapsayan ortak kültürün gereğidir. Her ulusun ve hatta her ülkenin kültürel çerçevesini uluslararası ve yerel meselelerle baş etmedeki özel düşünce modeli ve vizyonu oluşturur.
Eğer iki farklı kültürden gelen iki insan birbirleriyle karşılaşırlarsa her birinin diğerinin düşüncesini, psikolojik yapısını ve olayları aktarma ve meseleleri yargılama yeteneğini benimsemesi uzun zaman alacaktır.
Kültür, milliyetçilik diyebileceğimiz şeyin insani olan ilk kriteridir. Kültürün aynı zamanda ve her şeyden önce modern dünyamızdaki her ulusun doğasının şekillendiği sanat ve edebiyatın taşıyıcısı olduğunu belirtmek yararlı olacaktır.
Bu nedenle kültüre gerçek yerinin verilmesi gerektiği konusunda ısrar ediyoruz.
Bendeniz sorunlarımızın çoğunun hayat, düşünce ve karşımızdakine olan anlayış biçimimizle ilgili olduğunu anladığımda bir Arap kültürü zirvesi düzenlemeyi öneren bir girişim başlatma onuruna erişmiştim.