İnsan, bazen dünyanın ve insanoğlunun gidişatındaki bozukluğu müşahade ettiğinde çaresizleşir, yılgınlaşır ve içinden ‘keşke bir mucize olsa da her şey düzelse’ diye geçirir. 1400 sene önce… İşte dünya tam da bu durumdayken… İnsanlığın çıkmaza girdiği bir dönemde, Allah (c.c), bir mucize indirdi yeryüzüne. Elinin dokunduğu her işi düzelten ve o mübarek eliyle her işe koyulan bir mucize insan: Hz. Peygamber (s.a.v.)
Tek başına bir insan, bu kadar büyük bir dönüşümü nasıl gerçekleştirir? Bu kadar çetrefilli bir düğümü nasıl çözer? Akideyi, ahlâkı, ahkâmı, duyguyu, düşünceyi nasıl topyekûn düzeltebilir? Her konuyu, her durumu, her sorunu nasıl topyekûn çözebilir? Tüm bunlar, Allah’tan gelen bir mucize ile ancak rayına girebilirdi. Ve Allah (c.c) bir mucize indirdi… Aslında o mucize ile belki bin mucize gerçekleşti. Mucizenin adı: Mucize-i Muhammediyye idi.
O’nun gelişiyle dünyada olan değişiklikleri saymaya kalkışsak sayılar yetmez; kelimelere dökmeye kalkışsak kelimeler kifayetsiz kalır. Belki en temel değişiklikleri burada mevzubahis edebiliriz.
O geldi! Dünyada neler değişti?
O gelince dünya, hakiki imanın ne demek olduğunu öğrendi. Allah’ı sadece yaratıcı olarak kabul etmenin, Allah’la beraber başka ilahlar edinmenin, sadece ‘Allah var’ demenin gerçek iman olmadığını, ondan ve onun getirdiği kitaptan öğrendi. Cahilî toplumun inanç sistemini bir cümle ile kökten değiştirdi. Ömrü boyunca onlara, ‘Le ilahe illallah’ sözünün manasını ve bu sözü çokça söylemenin önemini anlattı.
O gelince dünya güzel ahlâkın ne demek olduğunu öğrendi. ‘Muhakkak ki sen en yüce ahlak üzeresin’1 buyuran Kur’an-ı Kerim, güzel ahlâklı insanın nasıl bir insan modeli oluşturacağını, Hz. Peygamberi örnek göstererek, pratik olarak ortaya koydu. ‘Onun ahlâkı Kur’an idi’ buyuran Hz. Aişe (r.anhm) ise Hz. Peygamberin, ahlâkın kriterlerini Kur’an’dan aldığını vurguladı. Çünkü Kur’an; insanın davranışlarında, insanlara karşı (kâfire, münafığa, mümine…) yaklaşımında, zihniyetinde şekillendirici bir öneme sahiptir. İşte Hz. Peygamberin hayatı, ‘Musavvir’ (şekil veren) olan Allah’ın gönderdiği Kur’an’ın pratik bir tezahürüdür. Emin, çalışkan, cömert, sâdık, vefalı, dünyaya dalmayan, ahireti tercih eden, dünya hayatını Allah’ın istediği gibi şekillendiren, kâfiri ve küfrü hoş görmeyen Rasulullah (s.a.v.), böylece tüm Ümmet-i Muhammed için ahlâk mevzuunda da model insan oldu.
O gelince dünya, medeniyetin aslında ne olduğunu öğrendi. Bir medeniyet kurmak için görevlendirildiğinde, dünyayı enkaz halinde devraldı ve o enkazdan mükemmel bir medeniyet sarayı inşa etti. Cahil ve bedevî bir toplumu medeniyetin zirvesine, hem de asırlarca örnek alınacakları bir zirveye taşıdı.
O gelince dünya, hayatın tüm meselelerinde örnek alabileceği bir insana kavuştu.
Rasulüne güvenen Allah (c.c): “Peygamber size neyi emrederse onu alın, neyden nehyederse ondan sakının” buyurdu. Böylece onun bizim için Rehber-i Ekmel (tam bir rehber) olduğunu ilan etti. Bugün, Allah’ın güvendiği o Peygambere âdeta güvenmeyerek, onun sünnetini dikkate almayanlar ve böylece, sözde Kur’an’ı önceleyenler, Allah (c.c) ’ın Peygambere verdiği önemi anlamayanlardır. Peygamberin Allah tarafından belirlenen konumunu belki de hazmedemeyenlerdir.
O gelince dünya, insan kıymetini, hidayetin önemini öğrendi. Bize kalsaydı Ebu Cehil’e bir defa gitmezdik. Yetmiş defa gitti. Hiç, ‘fazla mı anlattım acaba’ demedi; çünkü tekrarın, ısrarın bir eğitim olduğunu iyi biliyordu. ‘Le ilahe illallah sözünü çokça söyleyin’ dedi, yani bıkmayın, bıktırdığınızı da zannetmeyin mesajını verdi. Bize kalsaydı Hz. Ömer için dua etmek aklımıza bile gelmezdi. İnsan sarrafıyız ya(!) bir bakışta notunu verir, üstünü çizerdik ve böylece Ömer (r.a)’in hidayetine vesile olma nimetinden mahrum ederdik kendimizi.
O gelince bulunduğu her yere adalet getirdi, merhamet getirdi, insaniyyet getirdi, hayat getirdi. Çıkmaza girmiş insanoğluna âdeta Hızır gibi yetişti. Hızır; ‘bastığı yeri yeşerten kişi demektir’ der Fahruddin Razi. Hz. Peygamber de ahir zamanın, hem Musa’sı hem Hızır’ı oldu. Gerek şeriat ile gerek basiret ile adaleti sağlayarak, dünyaya hayat verdi.
O gelince dünyanın baştan beri başına bela olan ırkçılık gibi mel’un ve sinsi bir hastalığı ayaklar altına aldı. ‘Artık Arapla Arap olmayanın farkı yoktur’ buyurarak, önemli olanın iman olduğunu, önemli olanın takva olduğunu öğretti. Üstad Seyyid Kutup: ‘Müslümanın milliyeti akidesidir’ der. Milliyet, kök demektir. Yani eğer Müslüman isen; kökün Türk veya Kürt olmamalı, tevhid olmalı. Çünkü senin özün de, sözün de tevhid ile yoğrulmalı!
O gelince dünya, hayatta ve inançta dengeyi öğrendi. Üç sahabi geldi ‘birisi ben hiç evlenmeyeceğim, diğeri ben hiç iftar etmeyeceğim, bir diğeri ise ben geceleri uyumayacağım sürekli namaz kılacağım’ dedi. Allah Rasulü (s.a.v.): “Allah’a yemin ederim ki, içinizde Allah’tan en çok korkan ve O’na en çok saygılı olan benim. Fakat ben bazı günler oruç tutar, bazen de tutmam. Gece hem namaz kılar, hem uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren, benden değildir.”2 buyurdu. Ruhbanlığı yerle bir eden bu cevap ile gerçek dinin fıtrata uygun olacağı ve hayatın içinde yaşanılacağı ortaya konuldu. Muharref dinlerin empoze ettiği muharref hükümler, hak dinin hak hükümleri ile alaşağı edildi.
O gelince dünya, dava adamı nasıl olur, öğrendi. Üzerine deve işkembesi döküldüğünde; küçücük Fatıma (r.anhm), küçücük elleriyle babasının üzerini temizlerken babanın verdiği o büyük mesaj dava adamlığının tescilidir. ‘Üzülme kızım Fatımam! Yakında bu din bütün evlere girecek.’ Allah (c.c) buyurur: ‘Ve biz senin adını yükselteceğiz.’3 Rabbi kendisi için böyle buyurur, ama o kendisini düşünmez; din-i İslam’ı düşünür, dinin yükseleceği günleri düşünerek teselli olur, teselli verir.
O gelince dünya, başarı gördü. Allah (c.c) ona, Saadet-i Dareyni ( iki dünyada da saadet) nasip etti. Ümmetine; ahiretteki kurtuluşun yollarını öğretmekle kalmadı, dünyevî başarının sırlarını da; hayatıyla, uyarılarıyla, başarısıyla miras bıraktı. Bu ümmet, bu davanın hâkim olabileceğini ondan öğrendi.
O gelince âlemlere rahmet geldi. Rabbimiz Teâlâ, İslam dinini evrensel bir din olarak göndermekle beraber, o dinin peygamberini de evrensel bir peygamber olarak gönderdi. Bu nedenle bugün hiçbir insanın; başka bir din seçmesi, Allah indinde kabul görmeyeceği gibi ‘…size din olarak İslam’ı seçtim…’4, başka bir Peygamber seçmesi de kabul edilmeyecektir. Yani; ‘Tevhidi kabul ettikten sonra, Muhammedur Rasulullah kısmını söylemeyene rahmet ve merhamet nazarıyla bakılmalıdır’ diyenlerin, diyalog adına, bu peygamberin âlemlere rahmet olarak gönderildiğini unuttuklarını ve onu kabul etmeyene rahmet okuduklarını müşahede ediyoruz. Bu gayrı İslamî düşünce; Efendimiz’in, tüm âlemlere gönderildiği inancını yerle bir etmekten başka bir manaya gelmez. Bununla birlikte elbette, ‘dinde zorlama yoktur’5 emri gereğince, kimseyi İslam olmaya ve Hz. Peygamber’i kabule zorlamaya hakkımız yoktur. Ancak böyle sözlerle, yani Hz. Peygamber’i kabulün şart olmadığını söyleyerek, Müslüman olmanın kurallarını değiştirmeye de kimsenin hakkı ve haddi yoktur.
O gün dünyada, düşünen ve toplumun gidişatından rahatsız olan tüm insanlar, onu bekledi. Bugün de onu bekliyor. Dünya bir kurtarıcı, bir tesellici arıyor. Zaman, Muhammed Mustafa’nın gelme zamanıdır. Davasıyla, duruşuyla, ahlâkıyla, ahkâmıyla, şefkatiyle, merhametiyle, öfkesiyle, aşkıyla gelme zamanıdır. Ona ‘Raybel menun’6 diyenlere karşı, zaman; zamana meydan okuma zamanıdır. Biliyorum, o bedenen gelmeyecek; ama zaman, onun kendinden ileri saydığı değerlerinin gelme zamanıdır. Bu zaman onun zamanıdır.
Muhammedîler, onun gerçek takipçileri; yürekten, aşkla, şevkle onurla, gururla, yüksek sesle ‘Muhammedur Rasulullah’ demelidirler. Asıl bugün, dünya âleme ‘Muhammedur Rasulullah’ deme zamanıdır. Bu zaman Hz. Muhammed’in ve ümmet-i Muhammed’in zamanıdır.
Kaynak: Furkan Nesli Dergisi