Hafta içinde Litvanya’da gerçekleşen NATO Zirvesi’ni ve alınan kararları Soli Özel yorumladı: NATO kendini yeniden yapılandırıyor ve askeri açıdan bakıldığında Türkiye bu alanda ön planda yer alıyor.
Soğuk Savaş döneminde ABD liderliğindeki kapitalist dünyanın çıkarlarını korumak üzere kurulan NATO, 11-12 Temmuz’da Litvanya’nın başkenti Vilnius’taki zirvede ittifakın geleceğine dair ‘tarihi’ kararlar aldı.
En önemli kararlar Ukrayna’nın üyeliğine bırakılan açık kapı, İsveç’e Türkiye’nin onayı, Çin’e Rusya’ya mesafe koyma çağrısı ve genişleme politikasının devam etmesi oldu. Kadir Has Üniversitesi Öğretim Görevlisi Soli Özel’e hem NATO Zirvesi’ni hem de Türkiye’ye etkilerini konuştuk.
İki günlük NATO zirvesi son yılların en dikkat çekici buluşması oldu. Erdoğan İsveç’in NATO’ya kabulü ise en önemli başlıklardan biri, Bu değişimi nesıl değerlerdiriyor sunuz?Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aniden fikir değiştirdiğini sanmıyorum. Yola çıkarken söylediği, “AB’de önümüzü açın da biz de İsveç’in önünü açalım” sözleri bana da sürpriz oldu ama açıkçası ben, vetoya devam etme ihtimalini, vetoyu kaldırma ihtimalinden daha düşük görenler arasındaydım. Ben gelişmenin böyle gerçekleşmesi ihtimalini tersinden daha yüksek görüyordum zaten.
Neden?Birincisi, Türkiye uluslararası sistemdeki bugünkü çok zayıf haliyle NATO açısından böyle önemli bir zirvede ayrık otu olmayı sürdüremezdi. İkincisi de, o zirveye giderken Rusya’yla neredeyse köprülerin yakıldığını söyleyebileceğimiz gelişmeler yaşandı. Her şeyi bir yana bırakın, Azov Tugayları’yla ilgili Türkiye’de tutma yükümlülüğü olmasına rağmen Zelensky’e vermesi – Zelensky’nin ziyaretini hiç saymıyorum –Rusya’ya doğru hareket çekmek gibi bir şeydi.
Türkiye ne kazandı? Bu onay neyin karşılığı olarak verildi?Dünya yeniden kuruluyor, gerek ekonomik güç, gerekse jeopolitik güç yeniden dağıtılıyor. Rusya’nın halinin ne olabileceğini darbe teşebbüsüyle gördük. Türkiye bu ortamda ABD’ye ilişkileri düzeltmeyi bu kadar çok istediğiniz NATO’nun en önemli üyesine, “Ben daha yapmayacağım, biraz daha bekleyin”, diyemezdiniz ve demediniz. NATO çok sevilecek bir örgüt olmayabilir. NATO şunu yaptı, Ukrayna bunu yaptı, kabul, bunları tartışabilirsiniz. Ama Rusya’nın yaptığını da, başka bir şeylerin arkasına sığınarak mazur gösteremezsiniz. Şimdi böyle bir ortamda Rusya’nın giderek Çin’in yanında son derece zayıflayan bir ortak olduğu bir ortamda, Avrupa güvenliği üzerinde Rusya’nın gölgesinin bulunduğu bir ortamda Türkiye’nin tercih yapması gerekiyordu. Üstelik iktidar beğenmediği Cumhuriyet tarihinin bırakmış olduğu çok önemli iki mirası kullanarak bütün bunları hala yapabiliyor. Montrö olmasaydı sizin bu kadar öneminiz olmayacaktı ya da başınız daha büyük bir belada olacaktı. İkincisi de; NATO üyesisiniz. Türkiye NATO üyesi olmasaydı onu yapmış ya da bunu yapmış dünyanın gündeminde de olmayacaktı. Bu oyunu oynamanın da bana göre bir sınırı vardı. Cumhurbaşkanı o sınırı gördü ya da danışmanlarıyla o sınırı gördüler. Sonunda da yapılması gerekeni yaptılar.
Peki, yapılan pazarlıklar. AB konusunun pazarlık unsuru olarak dile getirlmesi.AB ile bunun ne ilgisi var. Siz, Yargıtay Başsavcısı’nın yazdığı Gezi Davası değerlendirmesi gibi bir değerlendirmeyle hangi AB’ye giriyorsunuz. AB’nin kendi ilkelerine ne kadar sahip çıktığını tartışabilir, ikiyüzlülüklerinden dem vurabilirsiniz. Ama sadece Gezi Davası’na bakın, ya da en son Merdan Yanardağ’ınkine bakın, burada iddianame diye yazılan şeylere bakın. Türkiye’nin AB’ye üye olabilmesini sağlayabilecek bir yargı standandardında olmadığı zaten gayet aşikar. Dolayısıyla bu biraz suları bulandırmak.
Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin bu kadar ısrarlı gibi görünen duruşunun ardından gelen tavır değişikliği Türkiye’ye bir şey kazandırmadı mı yani. F16’lar mesela?Türkiye başından itibaren F35 programındaydı. F35 programı için Türk şirketleri yanılmıyorsam bir buçuk milyar dolara yakın yatırım yaptılar. F35’lerin Türkiye tarafından üretilen parçaları ve bunlardan gelecek olan siparişlerin on iki ile on beş milyar dolar arasında bir döviz getireceği, bir gelir sağlayacağı bekleniyordu. Ne yaptı Türkiye? S400’leri aldı. Uyarıldıktan sonra da bunları geri vermeyeceğine ya da kullanmayacağına dair yeterli taahhüdü vermedi, F35 programından çıkarıldı. Şimdi F35 iyi bir sistem midir değil midir, ben o konuları çok iyi bilmem ama bu kadar yatırım yaptığın, kendi sanayinin bu kadar yararlanacağı, teknolojisini öğrenerek önemli bir know-how kazanacağın bir programdan kullanamadığın S400’ler nedeniyle atıldın. Şimdi Yunanistan’ın F35’leri alma ihtimali var. Bunlar beşinci nesil uçaklar. Sen geliştirilmiş F16’ları alayım da bari üstünlüğümü Ege’de kaybetmeyeyim diye Amerikan Kongresi’nde Senato’yla, Menendez denen adamla didişmek zorunda kalıyorsun. Bu bana akılcı bir politika gibi gelmiyor. Ama sonunda evet, tabii F16’ları alabilmek için – bizim kendi uçağımız imal edilene kadar – bu işin de sağlama bağlandığını sanıyorum. Öyle sanıyorum ki Biden, Menendez üzerinde baskı kurabilecek kadar iktidar sahibi bir başkan. F16 meselesi o şekilde çözülecektir diye umuyorum.
Erdoğan zirvede Miçotakis’le de bir görüşme yaptı. O görüşmeyi nasıl yorumluyorsunuz?Erdoğan, “Benim için artık öyle birisi yoktur” dediği isimle görüştü. Tıpkı 99’da olduğu gibi ama çok bana göre değişik şartlarda. Yunanistan’la deprem diplomasisi nedeniyle belirli bir yumuşama başlamıştı. Aslında genel olarak Türkiye’nin bütün köprüleri yaktığı, Mısır, İsrail, Körfez ülkeleriyle barışmaya çalışmasını ve Yunanistan’la yaptığını belki birlikte değerlendirmek lazım. Çünkü Türkiye’nin son on iki yılda izlemiş olduğu dış politikanın net sonucu, Yunanistan’ın rüyasında görse inanamayacağı ölçüde bölgede etkin bir varlık kazanması oldu. Doğu Akdeniz Forumu diye bir şey kuruluyor ve Türkiye bunun içinde değil. Şimdi Türkiye bunları düzeltmeye çalışıyor. Yunanistan’la ilgili sorunlarımızı çözeriz çözemeyiz bilemem ama Kıbrıs çözülmedikçe çok zor. Çünkü Türkiye’yle Kıbrıs Türk kesimi arasındaki ya da KKTC arasındaki ilişkinin tersine Kıbrıs Rum kesimiyle Yunanistan arasındaki ilişkide güçlü olan taraf, iç siyaset açısından, Kıbrıs Rum kesimi. Aynı şey değil ama Kıbrıs meselesi bir şekilde bir çözüme bağlanmadan Türkiye-Yunanistan meselesi tümden halledilemez. Yunanistan’la yumuşamanın şu an Türkiye’nin de işine geldiğini düşünüyorum. Çünkü bu Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları, Doğu Akdeniz forumuna dahil olma, bütün bunlar bence Türkiye açısından önemli meseleler, bunların halledilmesi gerekiyor. O da herkesle barışmayı gerektiriyor.
Türkiye bu bu siyasetini sürdürebilir mi?AHİMkararlarına uymadığı için Avrupa Konseyi’nin Türkiye’yi üyelikten atma ihtimali var. Öyle bir durum olduğu takdirde AB ilişkileri nasıl götürülür kestiremiyorum. Dediğim gibi, Türkiye’nin bugünkü siyasi ortamında “AB’nde önümüzü açın” çok anlamlı bir laf değil. Benim görebildiğim şu: Türkiye’nin Orta Doğu politikası iflas ettiği için zaten herkesle barışmaya çalışıyor. Kafkaslar’da başarılı. Rusya’da da, Rusya’yı Batı’ya karşı kullanma oyununun galiba sonuna gelindi. Cumhurbaşkanı da öyle bir değerlendirme yapılmış olmalı ki, Putin’in nasırına basarak gitti Vilnius’a. Türkiye’nin Suriye’deki pazarlıkları açısından değerlendirirseniz?Ya yeterince yazılmadı, ya da ben görmedim. Astana’da toplantı yaptılar. Ev sahibi dedi ki, “Tamam bu iş bitti. Suriye nasılsa Arap Birliği’ne döndü. Bu konferansların devamına gerek yok.” Buna bir anlam yüklenmesi lazım. Kazakistan bu. Kazakistan hangi ülke? Rusya’yla bağlarını neredeyse koparmış bir ülke. Her platformda Rusya’ya karşı çıkan bir ülke haline geldi Kazakistan. Bu ne anlama geliyor? Bunu eminim bir yerlerde birileri değerlendiriyor. Niye İsveç’e yeşil ışığı yaktı diye sorduğunuzda dolaylı olan bazı gelişmeleri de belki gözden kaçırmamak gerekiyor.
Türkiye ve Erdoğan bu süreçlerden güçlü çıkar mı?Çıkamaz.
Peki, Türkiye’nin bu yeni döneminde yeni hükümetle birlikte dış politikada en çok zorlanacağı konu ne olabilir?Mesela Mısır’la barışmanın karşılığında Libya’da ne olacağını ben bilmiyorum. Libya’da Türkiye’yle Mısır karşı karşıyaydılar. Türkiye geri adım mı atacak yoksa birlikte mi hareket edecek onları bilmiyorum. Türkiye’nin şu andaki en önemli meselesi bir şekilde kendi ekonomik krizini aşması için gerekli finansmanı bulmak. Rusya’nın buna gücünün yetmeyeceği belli. Körfez ülkelerine gidecek Cumhurbaşkanı bir iki hafta sonra. Oradan ne kadar para bulacağını, hangi şartlarda bulacağını, neye karşılık bulacağını göreceğiz. Ama burası kapitalist bir ekonomiyse, kapitalist finans pazarlarından da bir şekilde para akışını sağlamaları gerekecek. NATO zirvesi nedeniyle Batı’ya yönelmeye başladığı görüntüsünün inandırıcı hale gelebilmesi için de birtakım şeyler yapılması gerekecek. Yani, Gezi iddianamesi ya da Yargıtay Başsavcısı’nın değerlendirmesi gibi metinlerle de dünyayı sizin ben tekrar Batı yönüne geçtim ve sistemimi de ona göre yeniden düzenliyorum diye ikna edebilmeniz mümkün değil. Türkiye’her dönem kendisine dirsekle yer açacak bir manevra alanı istemiştir. Bu asimetrik çok kutuplu dünyada Türkiye gibi ülkelerin bir manevra alanına sahip olacaklarını da düşünüyorum. Ama sınırsız bir manevra alanı da değil. Şimdi yavaş yavaş bunların yeniden tanımlanması gerekecek. Suriye Arap Birliği’ne döndü. Rusya’nın Suriye üzerindeki etkisi bir nebze de olsa azaldı. Çünkü rejimin artık varoluş tehdidi ortadan kalktı. İran orada çok güçlendi. Beşar Esad’ın Türkiye’yle, “Sen askerlerini çekmeden ben seninle oturmam” dediği konumu değiştirmesi için benim görebildiğim kadarıyla bir neden yok. Körfez ülkeleri belki devreye girerse olabilir ama askerini çekmeyecek. Türkiye’nin de ben bugün hemen asker çekebileceğini ya da çekmek isteyeceğini ya da açıkçası sanmıyorum. Bir de mülteciler meselesi var. Her geçen gün Türkiye’de çok daha büyük bir mesele haline geliyor. İç düzeni tehdit eden bir mesele haline geliyor.
Putin’in aslında göründüğü kadar güçlü olmadığı mıgördü?Rusya rejiminin göründüğü kadar istikrarlı olmadığı, Putin’in duruma görüldüğü kadar hakim olmadığını gördüler, anladılar ve tam böyle bir ortamda Batı’nın en önemli kurumu, Batı ittifakının yeniden kurgulanmasının merkezi kurumu NATO bu denli önemli bir zirve yaparken de Türkiye’nin ayrık otu olmaya devam etmesi, kendi ayağına sıkması anlamına gelirdi.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un 2019’da yaptığı “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” açıklaması var. Şimdi toparlayan, güçlenen bir NATO mu görüyoruz?Macron istediği kadar laf etsin. Rusya, Ukrayna’yı işgal ettiğinde eğer Amerikalılar olmasaydı, Avrupalılar’ın tek başlarına Ukrayna’yı kollamaları mümkün olmayacaktı. Ve bunun ötesine baktığınızda Ukrayna’da kendisine bağlı bir kukla rejimini iktidara getirmiş bir Rusya’nın da gölgesi tümüyle bütün Avrupa’nın üzerine düşmüş olacaktı. Aslında bu savaş ya da bu işgal, Avrupa’dan yavaş yavaş çekilmekte olan Amerika’yı da ensesinden yakalayarak yeniden Avrupa meselelerinin içine getirdi ki, herhalde daha on yıl kadar ister istemez burada kalacakr. Amerika’nın birinci önceliği, tek önceliği aslında Asya’ydı.
Amerika eski gücünde mi? Bir darbe girişimi oldu, Biden çok fit görünmüyor vs.Amerika’nın iç siyasetinin bir perişanlık abidesi olduğuna şüphe yok. Biz sizinle konuşurken Trump acaba yeniden başkan olabilir mi diye de bir tartışma sürüyor. Dediğiniz gibi, ABD gibi -tarihinin bütün lekelerine rağmen – 1792’den beri seçim yapan ve 1876 dışında da seçiminin sorgulandığı bir olay yaşamamış ülkede bir başkan görevini devretmemek Için darbe teşebbüsü destekledi. Bundan öte köy var mı? Onu bir kenara koyarsek tüm zaaflarına rağmen hala büyük bir devlet. Biden’ın yaptıklarına bakın. Atadığı insanlara bakın, neler yaptıklarına bakın. Amerika’yı bambaşka bir hatta oturtuyorlar. Hani en azından ekonomi politikaları açısından bütün dünyayı etkileyecek olan korumacı, sanayi politikası izleyen, teknolojik yatırım izleyen ve körlükleri nedeniyle Çin’e kaptırmış oldukları bir takım avantajları geri almaya çalışan bir ekonomi politikası uyguladıklarını görüyorsunuz ve dünyayı da buna uyum sağlamaya zorluyorlar. Avrupalılar’ı buna uyum sağlamaya zorluyorlar. Böyle olduğunda, her şeye rağmen dünyanın en büyük ekonomisini hafife alamıyorsunuz.
NATO’nun yeni dönemde stratejisi ne olacak? Zirveden çıkan sonucu nasıl yorumlarsınız?Yanılmıyorsam, Soğuk Savaş sonrası dönemin ilk savunma belgesi bu. İndo-Pasifik bölgesiyle ilgili bir şeylerin eklenmesini talep edenler oldu. Çünkü önümüzdeki dönemin asıl büyük stratejik mücadele ya da rekabet alanı orası olacak. Japonlar, Koreliler vs gözlemci olarak zirveye katıldılar. NATO bir Atlantik İttifakı ya da Kuzey Atlantik ittifakı olmaktan çıkıp, bir Batı güvenlik ittifakı olmanın ötesinde bir küresel ittifak ya da küresel rol de üstlenebilecek bir ittifak olmaya doğru mu gidiyor sorusu da sorulup duruyor. Zaman içinde göreceğimizi düşünüyorum. Ama tabii ki NATO kendini yeniden yapılandırıyor ve bunun askeri boyutuna baktığınız zaman da siyaseten çıkardığı pek çok maraza rağmen Türkiye bu alanda ön planda yer aldığını görüyorsunuz.
Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya şimdi katılması…Ruslar’ın büyük başarısıdır. Rusya “NATO genişleyecek, NATO bizi kuşatacak” diye savaş başlattı. Bin üç yüz kilometre sınırları olan ve sittin senedir tarafsız olan Finlandiya NATO’ya girdi. Tarafsız olan İsveç NATO’nun bir parçası oldu. Hakikaten Putin açısından çok büyük bir başarıdır.
Türkiye’ye NATO’da biçilen yeni bir rol var mı? Şimdi bakın, dil çok şey söylüyor. “Türkiye’ye biçilecek rol”… Türkiye, eşit haklara sahip bir NATO üyesi. Altına imza atmadığı herhangi bir kararı NATO alamadığına göre, Türkiye’ye biçilen bir rol olamaz. Türkiye’nin üstlenmeyi kabul ettiği bir rol olabilir. Bu ekonomik koşullarınızla, etrafa bu kadar ekonomik olarak bağımlıyken, bu çok büyük emperyal hayallerinizi neye dayanarak gerçekleştireceksiniz? Rusya deyin ki Avrupa’yı işgal etti, istediği gibi kukla yönetim kurdu ve Kırım da ilhak edilmiş olduğu için Karadeniz bir Rus gölüne döndü. Türkiye kendisi tek başına Rusya ile nasıl başa çıkacak? Bu soruları sormadan NATO öyledir, böyledir demenin bana sorarsanız bir anlamı yok. Sevmek zorunda değilsiniz NATO’yu ama jeopolitik diye bir şey var, dünyanın güvenlik mimarisi yeniden düzenleniyor, siz bunun içinde olduğunuz zaman mı daha güvende olacaksınız, dışında olduğunuzda mı daha güvenli olacaksınız sorusunu sormadan bunları söylemek bana çok anlamlı gelmiyor.
Şimdi Rusya’ya gelelim mi? Türkiye’nin, Azov’un 5 komutanını Zelensky’le birlikte tersi bir anlaşmaya rağmen Ukrayna’ya göndermesinin bir bedeli olacak mı?
Bir risk aldıklarına şüphe yok. Ama demek ki sonuçta Putin’in Türkiye’ye olan ihtiyacının Putin’in öfkesine galebe çalacağını düşündüler. Benim bindiğim uçaklarda yolcuların yarısı Rus. Çünkü Ruslar ancak bu şekilde Batı’ya gidebiliyorlar. Bana asıl çarpıcı gelen şu: Duke Üniversitesi’nden Timur Kuran dün attığı bir tweet’te Fransızlar’ın –ki dünyadaki en iyi nükleer santral teknolojisine sahip ülkelerden biri– Akkuyu’yu denetleyeceklerini yazdı. Akkuyu bir Rus santralı. Türkiye’ye ait değil. Türkiye toprakları üzerinde kurulmuş ve akıllara ziyan imtiyazlara sahip olan bir nükleer santral ve bunun denetimini Fransızlar yapacak. Şüyuu vukuundan beter. Bir de vuku bulacaksa olağanüstü bir şey bu. Bir anda bütün Akkuyu meselesini bile bambaşka bir denklem içine sokuyor.
Mart ayında Çin lideri Xi’in Moskova’yı ziyareti, tekrar iki kutuba dönüyor muyuz sorusu tartışıldı. Fakat şimdi bakıyoruz, NATO’nun güç toplaması, ABD’nin Trump’tan sonra dış siyasette varlığını yeniden daha yoğun hissettirme si… Doğu Batı’nın gücünü kıramıyor mu?Benim tanımlamam şöyle: Asimetrik çok kutuplu dünya. Yani iki büyük güç Çin ve Amerika’nın eline kimsenin su dökmesi mümkün değil ama bir takım bölgesel güçler de kendi kafalarına göre, kendi çıkarlarına göre olayların akışını engelleme ya da onları etkileme imkanına sahipler. Ki bunların en kabadayısı da tabii ki, Hindistan olacak. Amerika’nın Çin’I de dengeleyebilmesi için Hindistan’a mutlaka ihtiyacı var. ABD, Çin’e karş tedbirler alıyor ekonomik ve stratejik olarak ama ilişkileri koparma niyeti yok. Amerikan şirketlerinin bir kısmı hala orada kalacaklar ama onun ötesinde de Amerikan şirketlerinin pek çoğu ya Vietnam’a ya da Hindistan’a gidiyor. Ama bu biraz kaplumbağayla tavşan hikayesi gibi. Çin zaten almış başını gitmiş. Siz şimdi yeniden koşmaya başlıyorsunuz.
Dünya açısından baktığınızda yılı yarılamış ve 2024’e doğru hızla ilerlerken en büyük sorun ne?Dünyanın düzeni oturmadı. Amerikalılar’ın ne yapacağı tam belli değil. 2024’te üç önemli seçim var. Birincisi Rusya’da yapılacak seçimler. Rusya’da ne kadar seçim oluyor diyebilirsiniz ama katılım oranları önem taşıyacaktır. İkincisi, Avrupa Parlamentosu seçimleri. Aşırı sağın Avrupa Parlamentosu’nda çok geniş bir gruba sahip olması halinde bugünkü AB mantalitesi ya da ideolojisinin sürdürülemeyeceği ve sürdürmeye niyetli olmayan bir komisyon teşekkülü söz konusu olabilir. Üçüncüsü ve en önemlisi tabii Amerika seçimi. Amerika’da Trump seçilmez, Biden ya da başka bir demokrat seçilirse o zaman taşların yavaş yavaş yerine oturmaya başladığını görebiliriz. Şu an için Çin, Ukrayna – Rusya savaşının böyle sürüncemede kalmasından memnun. Rusya çok zayıflıyor, dolayısıyla kendisine iyiden iyiye bağımlı olacak. Daha önemlisi, Avrupalılar ve Amerikalılar, Ukrayna’nın harcadığı cehpahene üretmeye yetişemiyorlar. Amerika’nın normalde Asya’da kullanmak isteyeceği cephaneleri ve malzemeleri Ukrayna Savaşı’nda tüketiliyor. Bu da Çinliler açısından çok şikayet edilebilecek bir durum değil. Önümüzdeki 1.5 yılın çok önmli, olacağını düşünüyorum.
Dünya sağcılaşıyor mu?Tabii, dünya sağcılaşıyor. Teknoloji de buna yardımcı oluyor. Orwel’cı bie dünya ile Huxley’ci bir dünya arasında sıkışıp kalıyoruz. Solun bizim işimize yarar diye düşündüğü koşullar bütün 20. Yüzyıl boyunca ve şimdi sağın işine yarıyor. İşini kaybetmiş, hayat koşulları düşmüş işçi, eskiden komünist partiye oy verirken şimdi miliyetçi, faşist partilere oy veriyor. Bunu kabul etmek çok zor maa böyle oluyor. Fransa’da böyle oluyor. Hangi ilde maden kapanmışsa hangi ilde fabrika kapanmışsa oradaki işçi gidiyor sağcılara oy veriyor. Çünkü sağcılar insanlara daha tanıdık bir şey vaad ediyorlar. Vaadlerini tutup tutamamaları ayrı bir hikaye. Merkez siyaset dünyanın pek çok demokratik ülkesinde güvenirliliğini ve meşruiyetini yitirdi çünkü bu çok piyasacı ekonomi yönetimi döneminde gelir eşitsizlikleri müthiş arttı ve belli ki seçkinlerin de umurunda değil toplumun geri kalanına ne olduğu. O zaman seçkinler topluma yönelik sorumluluklarını yerine getirmeyen ve yönetmeyi hak etmeyen kişiler oldular. Aşırı sağ da biz bunlardan nefret ediyoruz, yerine biz gelelim diye çıktılar ortaya. AKP’nin çıkışı da biraz budur. 2002’de Türkiye’de rejim çökmüştü. Bunlar da biz bunun alternatifiyiz, toparlayacağız ortalığı diye çıktı. O sırada da Türkiye’deki insanların bir şekilde umudu haline gelmiş olan AB sürecini de taşıyacağız dediler. O konjonktürde bunu yaptılar, desteği buldular. Karşılarındakiler de gerçekliği anlamadığı için bu kadar güçlenmesinin önünü açmış oldular. Dünyada da benzer bir şey oluyor. Merkezin en sağlam kaldığını düşündüğümüz Almanya’da bile AfD ikinci parti olmuş kamuoyu yoklamalarına göre.