Soğuk Savaş döneminde tarafsız kalmaya özen gösteren hatta zaman zaman Anti-Amerikancı politikaları ile dikkat çeken İsveç ve Finlandiya, 2022 yılında Ukrayna-Rusya Savaşı başladıktan sonra Putin’in revizyonist (yayılmacı) politikalarının İskandinav coğrafyasına sirayet edebileceğinden çekinmiş, böylece kendilerini NATO şemsiyesi altına sokabilmek için büyük çaba sarf etmiş, en nihayetinde NATO’ya üyelik başvurusunda bulunmuşlardır.
Her iki ülkenin de üyeliğini tüm NATO ülkeleri desteklerken, bu ülkelerin teröre destek verdiğini ve terörle mücadele hususunda yeterli adımlar atmadığını öne süren Türkiye, İsveç ve Finlandiya’nın üyeliklerine onay vermemiş ve Macaristan’ın da desteğini arkasına almıştır.
Sonrasında Finlandiya’nın terörle mücadele yöntemlerini yeterli bulan Ankara, bu ülkenin üyelik talebini onaylamış, fakat İsveç konusundaki kararlılığını sürdürmüştür.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’ne katılmak üzere gittiği Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ve İsveç Başbakanı Ulf Kristersson ile bir araya geldi.
Uzun zamandır sonuçları merak edilen toplantının ardından açıklama yapan NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, İsveç’in NATO üyeliğine ilişkin mutabakata varıldığını söyledi.
oplantı öncesine gidecek olursak, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’den ayrılmadan önce beklenmedik bir çıkış yaparak, İsveç’in üyeliğine onay vermek için Türkiye’nin 50 yıldır kapısında beklediği Avrupa Birliği’ne alınmasını şart koşmuştu.
Bu açıklamalar, bazı kesimler nezdinde İsveç’in üyeliğinin kabul edilmesi için AB’ye tam üyelik şartının Ankara tarafından NATO’ya dayatılacak olması yönünde umutlu bir bekleyiş yaratmıştı.
Fakat zirveden Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği hususunda herhangi bir karar çıkmaması, üstelik AB Komisyonu’nun Erdoğan’ın teklifini reddetmesi Türkiye’nin AB kozunu masada yeteri kadar kullanamadığı, yani evdeki hesabın çarşıya uymadığını gösterdi.
“İki süreci birbirine bağlayamazsınız” şeklinde konuşarak Türkiye’nin talebini reddeden Avrupa Komisyonu Baş Sözcü Yardımcısı Dana Spinant’ın yanı sıra Almanya şansölyesi Olaf Scholz’un da “Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyelik sürecinin, İsveç’in NATO üyeliği ile bağlantılı olmadığı” minvalinde yapmış olduğu açıklama, Batı’nın Türkiye’nin üyeliği konusundaki mesafeli yaklaşımını bir kez daha gözler önüne sermiş oldu.
Zaten “İsveç’in NATO’ya üyeliğine karşılık bizi AB’ye alın” şeklindeki bir retorik ve pazarlık yöntemi nerden bakarsak bakalım hiç rasyonel değil.
Bir diğer ifadeyle İsveç kozunu NATO’ya karşı kullanmak, AB’ye üyelik için başlı başına yeterli bir gerekçe değil, zira AB’de işler böyle yürümüyor.
AB’nin bu konuda dikkat ettiği kriterler var; demokratik, hukukun üstünlüğüne dayalı, insan haklarını ön planda tutan bir yönetim tarzı, Türkiye’nin kalabalık nüfus faktörü, AB bütçesinden pay aktarımı, sığınmacı meselesi, GKRY’nin tanınması, kültürel ayrılıklar, açılmayan fasıllar vs. birçok unsur var.
Tüm bu adımlar atıldığı takdirde AB’nin Türkiye’ye yönelik tavrında pozitif yönde değişmeler olabilir.
Tabi bu bile şüpheli, zira ne yaparsak yapalım AB’ye üye olamayacağımız yönünde toplumun geniş kesiminde genel bir kanaat de var. Bu ayrı bir tartışma konusu elbette.
Peki, Türkiye’nin bu noktada kazanımları ne oldu?
Ne karşılığında İsveç’in üyeliğine “evet” denildi?
Henüz bu kazanımlar eyleme dökülmese de kağıt üzerinde verilen taahhütlere istinaden bazı yorumlar yapmak mümkün.
Zirvede, 2022’deki Madrid NATO Zirvesi’nden bu yana mutabık kalınan Üçlü Muhtıra’da belirlenen adımlar çerçevesinde İsveç’in, anayasasını tadil ettiği, PKK’ya karşı terörle mücadelede işbirliğini kayda değer şekilde genişlettiği ve Türkiye’ye silah ihracatını yeniden başlattığı ifade edildi.
Ayrıca, yeni kurulacak olan “İkili Güvenlik Mekanizması” çerçevesinde İsveç, YPG/PYD ve FETÖ’ye destek vermeyeceğini yineledi.
Böylece Türkiye ve İsveç arasındaki terörle mücadele işbirliğinin, İsveç’in NATO’ya katılmasının sonrasında da devam edeceği kararı alındı.
Bu çerçevede konu daha genel bir boyuta ulaştı ve NATO, tarihinde ilk kez “Terörle Mücadele Özel Koordinatörü” pozisyonunun tesis edilmesine karar verdi.
Tüm bunlar kâğıt üzerinde olumlu adımlar gibi görünse de ancak ve ancak İsveç’in üyelikten sonra sözünde durması ve terörle mücadele konusunda Türkiye’ye destek vermesi halinde daha somut bir nitelik kazanacaktır.
Bunun yanı sıra Türkiye’nin diretmesiyle NATO bünyesinde kurulan terörle mücadele pozisyonu her ne kadar başarılı bir güvenlik adımı olarak görülse de bundan sonraki süreçte “terörün tanımı”, “kimlerin terör unsuru olarak görüleceği” gibi noktalarda Brüksel ve Ankara arasında uzlaşmazlık yaratabilir.
Zira bizim terör örgütü olarak saydığımız Suriye’nin kuzeyinde faaliyet gösteren PYD/YPG, yıllardır DAEŞ ile mücadele (!) adı altında ABD tarafından terör örgütü olarak görülmüyor ve silahla destekleniyor.
Türkiye’nin pazarlık konusu yaptığı bir diğer hususun F-16’ların modernizasyonuna yönelik olduğu belirtiliyor.
Bilhassa 15 Temmuz darbe girişimi sonrası TSK’nın envanterindeki uçak sayısındaki azalma ve eskime, Türkiye’nin elinde bulunan F-16’ların modernize edilmesini gerektirdi.
Ayrıca Türkiye’nin savunma sistemini güçlendirmek ve tehditlere karşı topraklarını korumak için Rusya’dan aldığı uzun menzilli, etkin radar güdümlü ve hayalet denilen uçakları bile tespit edebilecek kabiliyette olan S-400’lerden sonra ABD tarafından F-35 programından çıkarılması, F-16’ların modernize edilme sürecini hızlandırdı.
ABD başkanı Joe Biden’in Türkiye’ye bir süredir F-16’ların modernizasyonu konusunda söz vermesine rağmen bu modernizasyon kitleri bir türlü satılmadı, zira Kongre’nin buna izin vermediği öne sürüldü.
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller günlük basın toplantısında yaptığı açıklamada, “Türkiye’ye F-16 satışını destekliyoruz ve ulusal güvenlik danışmanının da bugün söylediği gibi Kongre’nin kilit üyeleri tarafından onaylanması gereken bu satışı ilerleteceğiz” diyerek ABD’nin bu konuda ciddi olduğu izlenimini verdi.
Fakat şunu da unutmamak lazım, her ne kadar Türkiye’nin F-16 alımına karşılık İsveç’in NATO üyeliği örtülü koşul haline getirilmiş gibi görünse de F-16 tedariği için ilerleyen süreçte Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’taki Yunan-Rum tezleri gibi kriterlerin, Türkiye’nin önüne konulması kuvvetle muhtemel.
Ankara’nın kazanım olarak gördüğü bir başka unsur ise İsveç’in, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve vize serbesti dahil Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin yeniden canlandırılması konusundaki çabalara aktif destek vermesi yönündeki vaadidir.
Bu vaat iyimser gibi görünebilir, fakat burada önemli olan İsveç’in çabalarından ziyade AB’nin çoğunluğunun tutumudur.
Türkiye gibi 85 milyonluk bir ülkeye, bilhassa AfD, İtalya’nın Kardeşleri ve Ulusal Cephe gibi aşırı milliyetçi partilerin yükseldiği bu zeminde, Avrupa siyasetinin Türkiye’ye vize serbestisi verilmesini kabul etmesi zor görünüyor.
Üstelik bir de 2016 yılında “Vize Serbestisi Diyaloğu”na karşılık imzalanan “Geri Kabul Anlaşması” çerçevesinde halen çözülemeyen sığınmacı mevzusu böyle bir konuyu zora sokacaktır.
Kısacası İsveç’in Türk vatandaşların Avrupa’ya vizesiz girişleri hususunda adımlar atması, konunun AB üyeleri nezdinde yeterli karşılık bulacağı anlamına gelmiyor.
Bu noktada dikkat çekilmesi gereken bir diğer önemli husus, Türkiye’nin Batı’ya doğru yönelme isteğini uzun bir aradan sonra ilk kez bu kadar sesli bir biçimde dile getirmesidir.
Uzun süredir ağızlara alınmayan “AB’ye tam üyelik” sözcüğünün böyle kritik bir zirve öncesinde vurgulanması, Türkiye’nin dış politikada Batı ekseninde bir zemin arayışına işaret ediyor.
Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky ile yapılan zirvede Erdoğan’ın, Rusya’nın tepkisini çekeceğini bile bile “Ukrayna NATO üyeliğini hak ediyor” minvalindeki söylemi, ayrıca neo-Nazi sempatizanı olarak bilinen 5 Azov Taburu (Azak) komutanının Türkiye tarafından Ukrayna’ya teslim edilerek Zelenski ile aynı uçakta dönmesine izin verilmesi, Ankara’nın dış politikadaki yönünü artık Batı’ya çevirmek istediğini göstermektedir.
Kremlin Sözcüsü Dmitry Peskov’un, Türkiye’nin esir takası anlaşmasını ihlal ettiğini öne sürmesi ve Rusya Federasyon Konseyi Savunma ve Güvenlik Komitesi Başkanı Viktor Bondarev’in Türkiye’nin dost olmayan bir ülkeye dönüştüğü yönündeki söylemi, yakın zamanda Rusya ve Türkiye arasında bir gerilimin çıkabileceğinin de sinyallerini veriyor.
Türkiye’nin yüzünü Batı’ya dönmek istemesinin sebebi, Türkiye’nin ekonomisinin durumunun kötüye doğru gitmesi olabilir.
Her ne kadar Birleşik Arap Emirlikler, Suudi Arabistan gibi ülkelerden geçici fon arayışları sürse de asıl kaynakların Batı’da olduğunu unutmamak lazım.
Ekonomimizin bel kemiğini Avrupa’yla yapılan ticaret ağı oluşturuyor. Dolayısıyla uzun vadede ekonomide Mehmet Şimşek’in de belirttiği üzere, daha rasyonel bir zemine dönülmek isteniyorsa, Batı ile ilişkilerin geliştirilmesi manidar olacaktır.
Ama bu süreçte Rusya’ya tamamen yüzümüzü dönmek enerji kaynaklarının tedariki açısından intihar anlamına gelir.
Sonuç olarak Türkiye’nin NATO zirvesinden aldığı taahhütler kağıt üzerinde başarı gibi görünse de gerçekten istediğini alıp almadığını uluslararası sistemin gidişatı ve İsveç’in bu süreçteki eylemleri gösterecektir.
Dolayısıyla bu görüşmeyi bir “başarı” veya “başarısızlık” olarak okumak şimdiden çok erkendir.
Şu noktada çıkarım yapılabilecek tek nokta, Türkiye’nin yüzünü Batı’ya dönmek istemesi ve AB’nin bir parçası olma yönündeki ciddiyetini dile getirmesidir.