Toprağa karışan, evi ocağı mezar olan, evinden toprağından zorla ayrı konulan, yuvasında korkuyla duran… her bir can için, bunları yaşatan tüm sorumluların her bir zerresiyle hesaplaşmak boynumuzun borcu olsun…
Bölgeden döndüm; 5 gün orada gördüklerimin tarifi çok zor… Ancak dönünce gördüğüm, okuduğum, işittiğim şeyler de ayrı birer vakıa.
3. gün Hatay’dan Samandağ’a kendi imkânlarımızla enkaz çalışmasına giderken bizi aracıyla götüren bir yurttaş “Artık yıllarca çalışıp ev alamıyoruz, bari çocuklarımıza bir ev bırakalım diye milyonlarca lira taksit ödeyerek aldığımız şey ev değil, mezarlarımızmış” dedi. Bu cümlenin ağrısı ve ağırlığı ise bambaşka…
İnsanların evi, ocağı, toprağı mezara dönüştü, dönüştürüldü. Binlercesi yaşarken, donarak öldürüldü.
Günlerdir ihmaller konuşuluyor; bunlar konuşulmasın diye sürekli parmak sallanıyor, tehditler savruluyor, yardımlara el konuluyor; şiddet kol geziyor, ırkçılık-mezhepçilik-cinsiyetçilik zirve yapıyor. Sürekli bir dini vurgu yükselirken öbür yandan da “bilim” kutsanıyor; düzenin kokuşmuşluğunu konuşan çok az… Diğer yandan da Eduardo Galeano’nun “Hayırseverlik dikeydir, aşağılar; dayanışma yataydır, yardım eder.” sözünü doğrulayan binlerce gönüllü, onurlu bir insan olmanın, onurlu bir yaşamın peşinde elbette…
Ama mevzuyu sadece yardıma sıkıştıran bir çeşit “iyiliksever” de türemiş. “İyiliksever”, yardım toplayan bu kitle, bir yandan da “ülkemde mülteci istemiyorum” diye bağırıyor.
Hatay’dayken ben ve benim gibiler bir yerlere ulaşmaya çalışıp yardım ararken, bu “iyiliksever” kitle Arapça konuşan Hatay halkını linçliyor; “yağmacı” diye avlıyordu; enkaz başında tekbir getiriyor, iktidarın olmayan organizasyonu için “mucize” diyordu.
Bu düpedüz geri zekâlılık mı, yaşadığın coğrafyaya, topluma bu denli mesafeli olmak mı, yoksa bilinçli bir sürece arka çıkmak mı tartışılır; ama çok açık ki bizim orda olma amacımızla onlarınki farklıydı.
Kimseye haksızlık etmek gibi bir hadsizliğim olamaz ve dayanışmanın önemi de göz ardı edilemez, biliyorum.
Burada iyi niyetini sorgulamıyorum güzel yürekli insanların. Çünkü yardım toplamak önemli bir şey; ancak mevzu ne yazık ki tek başına yardımla çözülebilecek bir yerde değil.
Hem depremlerin yaşandığı bölgede hem diğer yerlerde ne yazık ki siyasi koordinasyon ve sivil koordinasyon eş güdümlü gitmiyor. Dört deprem, bir yangın, bir asker zehirlenmesi ve Soma’da sahadaydım ve ne olduğunu çok açık gördüm. Yardım toplamak akut dönemde geçerli görünüyor olsa bile, maalesef değil…
Uzun, çok uzun bir süreç var.
Siyasiler de meseleye palyatif bakıyor. Partiler, bilindik ezberleri kullanarak kamuoyu oluşturmaya çalışıp asıl süreci pas geçti, geçiyor. (Burada sol, sosyalist/komünist partileri ayıralım.)
Çok boyutlu düşünülmedi. Oysa insan sermayesi buna fazlasıyla müsaitti.
Zorlu kısım bitmedi… En acı kısmında yalnızdık; baş başaydık; maalesef daha ağrılı süreçler geliyor.
Başta sağlık… Ben oradayken kolera salgını geliyor, bit salgını başlıyordu. Türlü hastalıklar da kapıda…
Diğer yandan çocuklara, gençlere, kadınlara ve mültecilere; hatta ölülere musallat olunurken, musallat olmanın kendine has algısı yerleşirken, yerine kendi perspektifini koyan partilerin, kişilerin ve kurumların yalnızlığı dikkat çekiyor.
Göç dalgası başladı, iktidar eliyle deprem bölgelerine veya diğer bölgelere yerleştirilecek kitleler olacak. AKP eliyle değişim getirilecek. Nurdağı’nda valinin bölgeye ilişkin kararı, yabancı yardım kuruluşları ayrılırken kurduğu cümleleri bunu teyit etti –İspanyol ekibin şu cümlelerinde olduğu gibi “Türk hükümeti zaman kazanmak için iş makinaları kullanmaya başladı. Bu birçok insanı öldürür. Biz bunun bir parçası olmayacağız, dönüyoruz”.– Bunu iyi okumak gerekiyor. Burada kaldırılacak olan enkaz kolektif hafızayı da içeriyor, toplumun öfkesini, elden kayan iktidarın gerçeklerini… Enkazla bunları da kaldırıp; hemen rant kapılarına koşacaklar.
İhmal, azciyet değil; tercih bu…Tıpkı “Devlet nerede, AKP nerede” sorusu sorulurken, “yok” sözcüğünün hatalı olması gibi. Çünkü negatif bir biçimde vardılar; yetişememek değil, bir tercihte bulundular.
Zira Devlet Bahçeli’nin bütün o çıkışları ve hakaretleri de bunlardan bağımsız değil. Yeni bir 20 yıl, para ve rant kokusu aldılar.
Richard Sennett Karakter Aşınması’nda diyor ki “hangi kötülüğe tahammül edeceğimiz hangi iyiliğin peşinde olduğumuza bağlıdır”. Bu cümleleri Hatay’da da yaşadık.
Biz 20 küsür yıllık iktidarın, felaketlerle gelen her bir süreçte, bir vücut gibi nasıl somutlaştığına şahit oluyoruz.
Ne diyeceğiz buna, “Ustalık eseri: Maraş depremleri” mi?
Öyle açık ki Soma’da, Amasra’da; Van’da, Elazığ’da; Samsun’da selde; pandemide, yangınlarda… yapamadıklarımızın bedelini ödüyor Hataylılar, Maraşlılar, Adıyamanlılar, Malatyalılar…
20 yıldır yaşadığımız her acı, her tükeniş, her zorbalık, her adaletsizlik, her haksızlık, her hukuksuzluk tek bir beden oldu ve karşımızda duruyor: “asrın felaketi”; kendilerine verilebilecek en iyi ismi bulmuşlar.
Tabi boş durmuyorlar, seçime ve ranta kanalize oldular. Durup durup böyle zamanlarda işbirlikçiliğiyle ortaya çıkan Arınç’ın eliyle dolaşıma sokulan şey, taş atıp tavşan çıkarma…
Bu halde iken süreci görüp tavır koymamak 2. yüzyılda başka bir deprem demek. O da bu yazının konusu değil.
Siyaset bu öfkeyi, acıyı örgütlemeli. Muhalefetin atakta, dahası hep ayakta olması gerekli…
Süreç çok uzun, binlerce insan öldü; binlercesi öylece betonun altında kaldı; ailesiz çocuklar, bebekler ne olacak, onlara kimlerin eli değecek, onlar kimlerin eline düşecekler? Günlerdir kayıp çocuklarla ilgili bana kadar ulaşan bilgiler var.
Aradığımız çocukların bazılarının kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü öğrendiğimizde rahatladığımız oldu. Bunun ne anlama geldiğini şu an kimse olayın içinde fark etmiyor bile…
Ayrıca hemen her mevzuda mültecilerin “kullanışlı aparatlar” oluşu yine piyasada; AKP’nin İslamcı makinesi de bir taraftan çalışıyor.
Ortaya tarikat-cemaat dinbazlarının, tekbirli/sübhanallah’lı deprem mucizelerinin, troll ordularının, Avrupalardan sosyal medya fenomenlerinin getirilmelerinin, Altun’un propaganda / ihbar sisteminin, Ebubekir Şahin’in yasak dairesinin, futbol holiganlarının, Özdağ’ın neofaşistlerinin saçılmasının tesadüfi olmadığını bilerek yol almak gerekiyor.
İki yüz saat sonra enkazdan çıkan kadının özel hastaneye gidemeyeceğini belirtmesinin sınıfla ilgili olduğunu bilmek gerekiyor.
Depremin vurduğu köylerde köylünün hayvanını ucuza kapama peşinde olan asıl yağmacıları bilerek hareket etmek gerekiyor.
Televizyonlarda şov yapan, halkın parasını lütufmuş gibi halka sunan kan emici sermayedarları görerek ilerlemek gerekiyor.
Enkazdan çıkarılan depremzedelerin kaç saat sonra çıktığını bir yarışma gibi ekrana getirmenin bir haysiyet sorunu olduğunu bilmek gerekiyor.
Siyasal İslamcılığın faşizmle işbirlikçiliğinin sahada olduğu bir süreç işletiliyor. Şiddet, işkence meşrulaştırılıyor, gündelik yaşamda kutsanarak yer buluyor. Yalan haberlerin ucu bucağı yok; ama yine hedef, doğru söyleyenler, işini yapan gazeteciler, sesini duyurmaya çalışan depremzedeler, bölgedeki sıkıntıyı dile getiren gönüllüler…
Bunca kötülük bir arada bir filmde olsa, abartı bulur izlemeyiz; beynim, kalbim, bunların bu kadar aşağılık olabilmesini anlamıyor… Dahası her acıda, her kötülükte gülecek bir şey buluyorlar.
Fotoğraflara düşmekten hicap duymuyorlar. Dünyanın birçok yerinden yardıma gelen insanlara engel oluyorlar, ülke çapında yollanan yardımlara taş koyuyorlar.
Günde üç öğün yemek çıkarabilen, tuvaleti, suyu olan bir cem evine kayyım (?) atıyorlar. Enkazdan insan çıkaran ekibi kovup, yerine geçiyorlar. Enkazlarda ses varken olmayan vinçler, şimdi enkaz kaldırmada akın akın yollanıyor… Sonra da hamuduyla yiyenlerin “iyiliksever” hallerine, himmetlerine minnet bekleniyor.
Bunları beynim almıyor, idraki beni aşıyor… Bu kadar kötülük hayal edilebilir gibi bile değil. Galiba Ortaçağ’a boşa çamur atıyoruz…
Hatay sonrası, birçok insanın oralarda bir saatin, bir günün nasıl geçtiğini/ geçirildiğini bilmeden TV ya da sosyal medya üzerinden gördüğü her şeyle zihninin bulandığını fark etmesi imkansız; bunu anladım burada.
Hem bölgede hem iletişim araçlarının tümünde her türlü ideolojik aygıt işliyor.
Hiçbir şeye şahit olunsun istenmiyor.
Bilinçli dağınıklık bölge halkının enkazlar arasında tutulmasıyla ört bas ediyor.
Bilinçlilerin sahadan uzaklaşması bilgi kirliliğini arttırıyor. İşte bu sebeple de hedef kitleler hep aynı. Ama asıl kurban değişmiyor, yazgısını kendisinin belirleyemediği bir mukadderatla sınanıyor bölge halkı. Buna razı olsun isteniyor; bunun için din ve devlet formasyonu sahaya sürülüyor. Cennetine de cehennemine de kendisiyle ilgili bir süreçle gitmiyor. Günahında ya da sevabında kendisinin belirleyici olamadığı bir amel defteri yazılıyor.
Ne talihinde ne tarihinde o çocuğun, gencin, kadının, mültecinin, kedinin, köpeğin, ineğin dahli yok. Şiirdeki gibi; yok başka cehennem yaşıyorlar işte…
Hakkı Özdal doğru vurguyla yazmış: “Başta tekelci burjuvazi olmak üzere, sermaye sınıfının ’Batıcı’sı ve ‘İslamcı’sıyla tüm kesimleri; taşra ekonomisinin eşraf ve ağaları; tarikat, cemaat ve öteki dinbaz teşkilatların hacıağaları; bütün bunların uzantısı durumundaki asalak siyaset sınıfı ve sivil-asker bürokrasinin tüm yönetici takımı, yüzbinlerce Anadolu insanının kanını döken, canını alan, milyonlarcasını bir dehşetin içinde sahipsiz bırakan bu katliamın suç ortağıdır”.
Ortada -şimdilik- 35 binin üstünde ölü, 100 binin üstünde kayıp var. 13 milyon evsiz, aşsız, işsiz kalmış insan var.
Orada şimdi umutsuzluk var, acı var, kaygı var, güvenlik sorunu var.
Ve iktidarın sonu olacak canlı bir öfke var. İktidar bunu sönümlendirmek peşinde.
Çünkü o duyguların canlı kalması onun iktidarı için tehlike…
O duygular sönmezse depremzedeler yarının iktidarında belirleyici olacak. İktidar bunu görüyor.
O yüzden depremzedeleri bir arada tutmak, onlara, barınma, sağlık, beslenme imkânı sunmak yerine; üniversite öğrencilerinin yurtlarını alarak, geçici barınma için otellere yerleştirerek, tarikat-cemaat köylerine, yurtlarına atarak, hısım akrabanın yanına göndererek tüm yurda dağıtıyor.
Derdi onları yalnızlaştırmak, öfkelerini yatıştırmak ve zaman içinde birbirinden yalıtarak pasifize etmek.
Depremin öfkesini dindirerek sorgulanmasını, sorumlu kim diye aranmasını engellemek.
O yüzden herkese 10 bin, her aileye 100 bin TL veriyorlar…
“Bana bir yıl zaman verin” sözü o yüzden, “siyaset yapmayın” demek o yüzden, “bölgeye 100 milyar TL ayırdık”, “yeniden ‘inşa ve ihya’ edeceğiz” demek o yüzden…
Tek sorumlusu olmaz mı devlette bu yıkımın?
Bir istifa olmaz mı?
15-20 müteahhit tutuklayıp yargılamak kimin içini soğutacak?
‘99 depreminde cezaevinde tek yatan Veli Göçer’di, o da 7.5 yıl… sonra çıkıp inşaat işlerine geri döndü.
Amaç öfkeyi zaman içinde yatıştırmak, belki seçim yaptırmayarak hesap sorulmasını önlemek, ertelemek.
İşte dert bu; bunu ters yüz etmek irade, akıl ve siyaset istiyor. Örgütlü bir öfke istiyor. “İyiliksever” görünen ama düzenin bekçisi olan herkesle, düzenle mücadele istiyor.
Toprağa karışan, evi ocağı mezar olan, evinden toprağından zorla ayrı konulan, yuvasında korkuyla duran… her bir can için, bunları yaşatan tüm sorumluların her bir zerresiyle hesaplaşmak boynumuzun borcu olsun…
Yükümüz o enkazda kalanlardan ağır değil…