Son iki olay, AKP-MHP-Teşkilatı Mahsusa koalisyonunun gelecek projeksiyonunda bazılarımıza yer olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Henüz çözemedikleri mesele, mevcut iktidar yapısının sürebilmesi için “Kürtlere Hücum”dan daha geniş senaryoların gerekmesi. Bu, “ülkesine yabancılaşmış, Batılı hainler” kadar sınırlı grupların hedeflenmesiyle giderilebilecek bir ihtiyaç değil. Bu yüzden iş, “bizden olmayanlar” gibi ferah feza bir tasnife varacak sanki.
ABD başkanlarından Franklin D. Roosevelt, Nikaragua’nın aşağılık diktatörü Anastasio Somoza için, “Evet, o bir o… çocuğu olabilir,” demişti, söylentiye göre. “Ama bizim o… çocuğumuz.”
ABD siyasetçileri de gazetecileri de münasebetsizce rahat konuşabiliyor. Biz çok daha dikkatli olmak zorundayız, çünkü en ufak yanlışımızın bedelini hayatımızla ödeyebiliriz. Ya onu hepten yitirerek ya da parça parça gasp edilmesiyle. Kabir veya dört duvar arkasıyla.
Hangi belanın hangi şartlarda kimden gelebileceğini eskiden az çok kestirebilirdik. Devlet mi, sivil katiller mi yüreğimizin çarpışına son verecek yoksa devlet mi bizi sevdiklerimizden, gökyüzünden, denizden yoksun bırakacak, hadiseye, kahramanlarına, ortama bakarak anlayabilirdik. Memleket ahalisinin bir kısmının imhasını siyasî programının olağan unsuru sayan birilerinin Adalet Bakanlığı’nda makam sahibi, daire başkanı, yargıç olabildiğini, kendisine hepimizin kaderi üzerinde söz hakkı ve cebir imkânları bahşedilmiş olduğunu öğrenince, bu kestirimin tamamen imkânsız hale geldiğini de kabul etmeliyiz. Hele neredeyse aynı esnada, sabıkalı ve bol şaibeli birilerinin de muhtemelen yalnız aidiyete binaen devletin kanatları altına alınmış ve yetkilerle donatılmış bulunduğundan bizzat bu şahısların kanlı marifetleri sayesinde haberdar olunca idrak ettik ki, kırıntı mırıntı, az buçuk varolduğunu sandığımız bazı şeyler de çoktan memleket hayatından kırık şişeyle kazınarak atılmış.
Adalet Bakanlığı’nda makam verilmiş eski Alperen Ocakları başkanı, öldürdüğü eşine meğer on iki yıldır düpedüz işkence edermiş. Kadını eve hapsetmiş, anasına bile göstermez, dövermiş. Sonunda da öldürmüş işte. Peki bunun üzerine ne oldu? Devletin en üst yargı kurumları ya da bazı mensupları, “hayatını kaybeden”, “vefat eden” muhterem “kardeş”lerinin ardından taziye mesajları yayımladılar, cenaze için otobüs kaldırılacağını duyurdular, vs… Böylece devlet adına bize bir duyuru yapılmış oldu. Burada aktaramayacağım. Roosevelt’in sözünü üç noktayla falan hallettim, bunu başımı belaya sokmadan tercüme etme şansım yok.
Ankara’da, pusu kurup, bekleyip, şişe kırıp üstüne saldırarak müzisyeni katleden üç devlet görevlisi de, bizzat varoluşlarıyla, bize doğru tükürükler saçılarak yapılmış duyuruydu. Bu heriflerin devlet memuru yapılmış oluşu açık seçik duyuruydu da, hani, anlayamazsak diye polis bazı noktaları bize izah etti; katillerin yüzlerini titizlikle saklayarak. Hâlâ anlamayanımız kalabileceğinden kaygılanılmış olmalı ki, Anadolu Ajansı ilaveten görüntüleri flulaştırarak (“buzlandırarak”), katillerin toplumca teşhisini imkânsız kıldı. Roosevelt sonra kahve söylemiş olmalı…
BU NASIL..?
Şimdi biri çıkıp dese ki, dünyanın şurasında bir ülke var, burada sabıkalı insanlar, birçok suça karışmış militan unsurların barındığı yerlerden gelme kimseler devlet memuru olabiliyor, yargı sisteminde yeralabiliyor, kimisi karısını, kimisi gıcık olduğu müzisyeni öldürebiliyor. Ve ancak bunlar olduğunda anlaşılıyor ki, devletin koruyucu zırhı birçok mevcut ve potansiyel suçlunun bedenini kuşatıyor. Peki zırhı bunlara kim giydiriyor? Hesabı sorulmuyor. Zırhı giyen de giydiren de yasalara uymakla yükümlü değil. Anayasa var mı yok mu, bilinmiyor. Vatandaşa yönelen mesaj sadece tehdit ve yasaklardan ibaret. Buna devlet denir mi? Kuruluşundan itibaren kendini yasayla, Anayasayla bağlı saymayan bizim devletin tarihi için bile çizgi dışı sayılacak zamanlar yaşıyoruz.
Ve gücü ele geçirenin hepimize neler edebileceğine dair fazlasıyla iyimser yanılsamalar içinde salınıp duruyoruz. Şuursuzluk.
‘Duruyoruz’ derken, sahiden yani. Durdukça durdukça, mahalle delikanlılarını linçler için örgütleme tecrübelerinden gelip devlet yetkileriyle donatılmış birileri yerlerinde kıpırdanmaya başlayacaklar, “Ne duruyo lan bunlar burada!” haykırışları eşliğinde şişeleri kırıp etrafta hoşlarına gitmeyen kimi bulurlarsa doğramaya kalkışacaklar. Birkaç örnek sonra zaten itirazlar battaniyelere sarılıp dolap üstlerine kaldırılır.
Kuluçkaya yatırılan canavarın ne olduğu artık belli. Büyüdükçe denetimsiz hale gelmesi de hiç uzak ihtimal değil. Bizim memleketimiz, kaç toplu katliam, linç, eşgüdümlü yaygın cinayetler, saldırı organizasyonları gördü geçirdi. 7 Haziran 2015 seçimlerinden ve ordunun Suriye’ye sokulmasından sonra, üniformalı devlet görevlilerinin parti aidiyetlerini açıkça belirtmeleri, okul tahtalarına, insanların yatak odalarına, sokaklara, duvarlara parti amblemleri çizmeleri, kime ait olduğu belli sloganlar yazmaları alenileşti, serbestleşti. Bu hiç mi hiç basit hadise değildi, hayra alâmet değildi. Nitekim gidişatın bildiğimizden, sandığımızdan daha kötü olduğunu anladık şu son günlerde.
DEVLETTİ BU ADAMLAR!
Fazla değil, iki gün önceye gidelim. Şişe kırıp boğaz kesen devlet görevlileri henüz bu haltı yememişler, Adalet Bakanlığı’nda daire başkanı eski Alperen Ocakları başkanı da işkence çektirdiği karısını öldürüp intihar etmemiş. Trafikte sorun çıktı, o üç katille karşılaştık, haklı olduğumuza inanıyoruz, tartışıyoruz. Karşımızdakilerin şişe kırıp boğazımızı keseceğine ihtimal vermezdik sanırım; özellikle bu heriflerin memur olduğunu öğrenince. Polis gelir, bunların tarafını tutar, bizi harcar, başımıza iş açılır, diye düşünürdük, “eski Türkiye” tedrisatından geçmişsek. Ya hâkim diye karşımıza çıkacak veya herhangi bir sebeple bize karşı devleti temsil edecek kimsenin eski Alperen Ocakları başkanı olmasına ne demeli? Kimin iktidarıdır bu? Alperen Ocakları başkanının -üstelik “adalet” bakanlığında- resmî yetkili kılındığı mekanizma, hangilerimize, kaçımıza hayat hakkı tanır, kaç milyonumuza tanımaz? Burada artık Anayasası, yasaları olan, kendini kurallarla bağlamış bir devlet yapısından söz edebilir miyiz?
AKP’lilerin, yaptıkları işin siyasî bağlamını bile kavramaktan aciz, iktidarı yalnız bir küp doldurma işlemleri dizisi olarak gören kesimi, Türk sağının bu geleneksel siyaset anlayışından çok da uzaklaşmadıklarını sanıyor olabilirler. Yapılan edilenin bilincindeki, iktidar garantisinin artık her an birilerinin üzerine saldırtılabilecek kadrolara bağlı olduğunu sezen gözü dönmüş kesimse, bundan böyle dinî motifleri dahi faşizmi köpürtme yolunda işe yarayıp yaramayacağına göre değerlendirecek halde.
O GÖLGE…
Tuttukları -ya da mecburen saptıkları- yol tek yönlü, geri dönüşsüz. Buna karşı dilekçe ve kahvaltı politikası sökmez. Bugün merkezdeki muhalefetin “direnme” gibi bir kavramın anlamını bilen kesimi kalabalık değil. Ve ne yazık ki pozitif-dönüştürücü güç bakımından donanımsız. Esas büyük gövde ise ne direnmeyi ne hak mücadelesini biliyor: Hiçbir hakkını mücadeleyle elde etmemiş, devleti kendisinin -ama başkalarınca ele geçirilmiş- sayan, toplam muhalefetin en büyük gücünü kendine uzak, yer yer düşman gören bu kitle, üstelik, kendisinden beklentisi olan sol muhalefetin üzerine gölgesini düşürüyor. Böylece, bugünkü feci hale zemin oluşturmuş ırkçı-milliyetçi devlete tapınma kültürüyle hesaplaşma mümkün olamıyor, muhalefet yüksek moral-manevî güce kavuşamıyor.
Ülkenin batısındaki muhalefetin direniş nedir bilen dinamik unsurları, yalnız kendi güçleriyle gidişatı engelleyemezler. Sadece güç yetmezliğinden değil. 2020’lerin faşizmi daha açıkça tanımlanır, uygulamaları daha haşinleşirken kullanılacak bahane ve motifler bugün muhalefet saydığımız büyük gövdenin bir bölümünden de tasvip görecektir. Görüyor çünkü zaten.
Bir güçlük de, ortak kurallarla birlikte yaşama anlamında demokrasinin gerçekte hemen hiçbir kesimce sahiden istenmeyişi. Roosevelt’in lafı bizim siyasî kültürümüzü tarif eder. Bu kültür egemense, kaba kuvvet kazanır, ötekine eşit hak tanınmaz.
Son iki olay, AKP-MHP-Teşkilatı Mahsusa koalisyonunun gelecek projeksiyonunda bazılarımıza yer olmadığını açıkça ortaya koyuyor. MHP için bu hep böyleydi. Devlet içi, yasa dışı güçler için de. AKP’den geriye kalan çıkar ortaklığı ise geleneksel sağ kitle partisi özellikleriyle yeni dönem popülist otokrasi icapları arasında, ikincisine doğru meylede ede dolanıp duruyordu. Artık belli ki, meyil falan kalmamış, yokuş aşağı yuvarlanılmış. Henüz çözemedikleri mesele, mevcut iktidar yapısının sürebilmesi için “Kürtlere Hücum”dan daha geniş senaryoların gerekmesi. Bu, “ülkesine yabancılaşmış, Batılı hainler” kadar sınırlı grupların hedeflenmesiyle giderilebilecek bir ihtiyaç değil. Alevilerin topluca düşman ilan edileceği bir senaryo da pek isteneni getirebilecek gibi gözükmüyor. Bu yüzden iş, “bizden olmayanlar” gibi ferah feza bir tasnife varacak sanki.
Böyle bir ortamın yaratılmasını önleyebilecek ahlâki-vicdanî setler iktidarın hiçbir unsurunda yok. Kahvaltı masası muhalefetinde de, kanlı ihtimallerin bilincinde olduklarına, toplumu nasıl tehlikelerin beklediğini idrak ettiklerine dair herhangi bir belirti bulunmadığı gibi, kafa göz yaran sert saldırılara pabuç bırakmayacaklarını gösteren hazırlık, özgüven ve meydan okuma tavrı da görülmüyor. Hattâ bazılarının faşizan gelecek projeksiyonunda asla yeralmayacağına dair teminat da yok.
Köşeyazarınız yetersiz gözlemler yapabiliyor, yanlış hükümlere varabiliyor, değerli okurlar. Şimdi de böyle hatalara düşmüş olmayı umarım. Ama neyin geliştirilmesi gerektiği konusunda yanılmadığımı sanıyorum.