Türkiye Diyanet Vakfı’nın sitesinde geçen bilgilere göre, İlahiyat fakültelerinin kuruluşunu 1 Eylül 1900 tarihinde İstanbul’da açılan Dârulfünûn-ı Şâhane’deki Ulûm-i Âliye-i Dîniyye Şubesi ile başlatmak mümkün. Dört yıl süreli bu şubede tefsir, hadis, fıkıh, fıkıh usulü, kelam ve İslam Tarihi gibi dersler okutulmuştur. 1913’te adı Ulûm-i Şeriyye olarak değiştirilmiş ve programına, ahlak, tasavvuf, siyer, dinler tarihi, Arap edebiyatı ve felsefe gibi bazı dersler eklenmiştir. 18 Eylül 1914’te medreselerin ıslahı sırasında Ulûm-i Şeriyye kapatılmış ve Selimiye Camii avlusunda Medresetü’l Muhassisîn açılmıştır. Bu medrese, 1918 tarihinden itibaren “Süleymaniyye Mederesesi” adıyla devam etmiştir. Süleymaniyye Medresesi ise 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan Tevhid-i Tedrisat kanunu ile kapatılmıştır.
Yukarıda özetle verdiğimiz bilgiler, Osmanlı’nın son döneminde, adı her ne kadar “İlahiyat fakültesi” olmasa da, din eğitiminin devlet eliyle verilmesinin süreci. Cumhuriyet dönemine gelecek olursak, İslami eğitim konusunun kuruluşun başlangıcından itibaren tartışılan bir konu olduğunu görüyoruz.
Medreseler, Tevhidi tedrisatla kapatıldıktan sonra, 7 Ekim 1925 tarihinde Dâr’ul Fünûn talimatnamesinde, “İlahiyat fakültesi” adı ile farklı bir forma dönüştürülüyor ve okutulacak dersler belirleniyor. Bu dersler: Tefsir, hadis, fıkıh tarihi, sosyoloji, ahlak, İslam dini tarihi, tasavvuf tarihi, Arap edebiyatı, din felsefesi, mezhepler, Türk dini tarihi gibi. Bu yeni müfredatta görülecektir ki İlahiyat fakültelerinde İslam hukuku sayılan İslam fıkhı, özellikle okutulmuyor. Bunun gerekçesi ise, laik cumhuriyetin kanunlarının önüne şer’i kanunları koymamak. Sadece bu konu dahi başlangıçtan itibaren ilahiyat fakültelerinin İslam dinini öğretmede ne kadar seküler bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir.
İlahiyat Fakülteleri, 1933 yılına gelindiğinde -üniversite reformundan sonra- öğrenci azlığından dolayı kapatılıyor, bunun yerine İstanbul Üniversitesinde bir enstitü kuruluyor. 1949 yılına gelindiğinde -ihtiyaçtan ötürü denilerek- Ankara Üniversitesine bağlı bir ilahiyat fakültesi kurulması kararlaştırılıyor.
Yukarıda belki de bazılarınıza sıkıcı gelecek malumatları vermemin sebebi, İlahiyat fakültesinin özetle tarihini bilerek bugününün anlaşılması ve tartışmaların neden yapıldığının daha iyi kavranması için.
Geçtiğimiz haftalarda Mustafa Öztürk’ün sosyal medyaya düşen videosu gözlerimizi yeniden ilahiyat fakültelerine çevirmemizi sağladı. Yıllardır söylenen; “İlahiyatlar din eğitimi verme yeri değildir” cümleleri tekrar gündeme geldi. Aslında bu gerçek bu kadar aleni konuşulmuyordu. Öztürk’ün yenilir yutulur cinsten olmayan fikirleri, hakaretamiz ifadeleri bu gerçeğin ortaya çıkmasına sebep oldu. Yani bir şerden hayır çıktı ki, o hayır da şudur; artık gençlere daha net şunu diyebiliriz: “Eğer dininizi öğrenmek istiyorsanız, ilahiyatı tercih edecekseniz bir defa daha düşünün.”
Son tartışmalar esnasında ilahiyatların bu durumunu bazı ilahiyatçılar çok açık ifade etti, hatta savundu, bazıları ise reddetti. Açıkça ifade edenler: “İlahiyatlar dini öğrenme yeri değildir” gibi cümleler ettiler. Reddedenler ise şu açıklamalarla reddetti; “Her ilahiyat/ her hoca aynı değildir” veya “Eğer kişi eğitimli bir şekilde ilahiyata başlamışsa buralarda yanlış akımlara kapılmaz.” Reddedenlere hemen cevap verecek olursak onlar yanlış anlamamalı, elbette ki; “İlahiyattaki her hoca ilim vermiyor, zehirli fikirler veriyor” denilmek istenmiyor, sahih İslam anlayışını veren hocalar muhakkak vardır. Yine, ailede köklü bir İslami eğitim almış olanlar etkilenmeyebilir, olabilir, ama yine bu da şüpheli bir durumdur.
“İlahiyatlar dini öğrenme yeri değildir” diyenler ise onlar belki de bu tartışmada en mühim gerçeği ortaya koyanlardır. Çünkü Türkiye’de ilahiyatlar baştan bu yana dini öğretme mantığıyla açılmış kurumlar olmadı. Dini üstün körü öğreten bu kurumlar, daha çok farklı dinleri, tarihi süreçleri, dinin içindeki tartışmalı konuları, dinin direkt kendisinden olmayan yan ilimleri1(sosyoloji, psikoloji gibi) öğretme görevi gördü. Bunun sonucunda, ekseriyetle, hem dinini öğrenmek ve bir hoca olmak, hem de bir meslek sahibi olmak için giden binlerce genç tartışmaların arasında boğuldu. Çoğu, gerek ibadet, gerek Kur’an’a sünnete bakış açısı, gerekse de imani mevzularda, okula girdikleri gibi çıkmadılar.
Yine mevcut mantığı savunanlar; “İlahiyatlarda daha fazla felsefe okutmanın önemi anlaşıldı” gibi cümleler sarf ederek, ilahiyatların hepten felsefi tartışmaların yapılması gereken yerler olması gerektiğini savundular. Felsefi tartışmalar yuvası olması gerektiğini daha da ateşli savunan ilahiyatçılar, sanki karşılarında çocuk var gibi sloganik ifadelere başvurup “Tartışmadan korkmayın, İslam’ın sahibi Allah’tır kimse ona zarar veremez” dediler. Bunlar şunu bilsinler ki; elbette İslam tartışmadan korkmaz, ama Müslümanlar İslam’ı bilmedikleri için bu tartışmalara yenilebilir ve yanlış noktalara sürüklenebilirler. Onun için tartışmalı meselelerden önce İslam’ı öğrenmek zorundadırlar. Aksi durumda tartışmalı konularda neye göre karar vereceklerini, hangi esasları kriter olarak alıp, hangi kıstaslara göre hareket edeceklerini bilemezler.2
Yani önce tefsir, hadis, akaid, fıkıh, usul gibi ilimler sahih kaynaklardan öğretilmeli, sonra tartışmalı konulara geçilmelidir. Bu gençler tartışmaların ortasına bırakılıp başı dönmüş, yolunu kaybetmiş Müslümanlara dönüştürülmemelidir. Din öğretilmeyip, iyi bir Müslüman yapmaya çalışılmayıp; salt felsefi cereyanlar öğretilecekse, Avrupa’da dini değil tartışmaları öğreterek, İslam düşmanı yetiştiren oryantalizm fakültelerinden ne farkları kalır.
Tabi, İlahiyat fakültelerinde sadece müfredattan kaynaklı sorunlar yok. Aslında en büyük sorun sahih İslam anlayışını vermeyen hocalarda. Mustafa Öztürk, tefsir hocası bir profesördür. Ancak tefsirini anlattığı Kur’an’ın surelerini eleştirmekte, O’na saygısızca ifadeler kullanmakta ve gayrı ciddi tavırlarıyla ilim adamına zerre kadar yakışmayan bir duruş ortaya koymaktadır.
Tüm bu durumlar ilahiyatların verdiği İslami eğitim hususundaki problemi ayan beyan gözler önüne sermektedir. O halde bu fakültelere gidecek gençlerin oldukça temkinli olması gerekmektedir. Tabi bu konuda ne yapabilir, fikri ve fiili anlamda kendini ne kadar koruyabilir, bunlar muamma.
Yıllar önce ilahiyatta okuyan bir talebemiz hocasına “Biraz daha klasik İslami ilimlere ağırlık verilse” dediğinde hocası: “Dini detaylı öğrenmek istiyorsanız cemaatlere gidin, burası onun yeri değil demişti.” O yıllarda öyle denilip, insanlar İslami ilimler için, hiç olmazsa cemaatlere yönlendirilebiliyordu. Bugün Türkiye’nin geldiği noktaya baktığımızda, İslami ilimleri kısmen de olsa vermeye çalışan cemaatlerin teker teker bitirildiğini görüyoruz.
Diyanet raporuyla her birine bir kulp takılan cemaatler/hocalar, aleni olarak ilan edilen ‘cemaatleri bitirme operasyonları’ çerçevesinde çeşitli yöntemlerle yok ediliyor. Kimi zaman cemaat/tarikat gibi gösterilen ahlaksız yapıların medyaya servis edilmesiyle, esasında 15 Temmuz sonrası kurunun yanında yaşı da yakarak – Cumhurbaşkanının sözüdür- yapılan büyük kıyımlarla, insanlar cemaatlerden şiddetle(!) uzaklaştırıldı. Böylece İslami eğitimin yolu bu şekilde de kesilmiş oldu.
Şimdi ben soruyorum, bu insanlar, gençler İslam’ı nereden öğrenecek! Kendi kendilerini, hocasız, âlimsiz, düzensiz bir şekilde eğitsinler ve kendi yollarını kendileri bulsun öyle mi? Tıp okumadan bir insana “Hadi kendi kendine doktor ol, çöz hastalıkları” diyebilir misiniz? Hukuk okumadan -geçen gün bir siyasetçinin dediği gibi- arada, bir tanıdığınız hukuk talebesinin kitaplarını okumakla hukukçu olabilir misin? İçine biraz daldığınızda hiç de kolay olmayan İslami ilimler bu kadar basit ve kıymetsiz mi? Bu sorunun cevabına bu projeyi yapanların sessizce “Evet” dediklerini duyuyorum ve tüm bu durumlardan dolayı ellerini ovuşturduklarını adeta gözlerimle görüyorum. Onlar zaten bunu istiyorlar; gençler kafalarına göre yetişsin, ‘bence’ler ile konuşsun, tartışmaması gereken konuları da tartışsın ve böylece idealimizdeki, dava şuuruna sahip, ilim ve takva sahibi, zulme ve şirke muhalif, mücadeleci bir nesil ortaya çıkmasın! Onların bu düşüncelerine karşı, biz; İslam dini hakkında bildiğinin hocası olmaya çalışan eğitimciler, mücadele etmeye devam edeceğiz. İnanıyoruz! Özlediğimiz o nesil, şu bataklık hükmündeki toplumun içinden, taptaze, tertemiz birer zambak gibi yetişmeye devam edecek. Son gülenin kim olacağını belirtmesi babında, son söz Kur’an’ın olsun:
‘Onlar bir tuzak kurarlar. Allah da bir tuzak kurar. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır’3
‘Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır’4
Dipnot:
1- Yan ilimler denilen sosyoloji, psikoloji elbette okutulabilir. Ancak temel İslami eğitim verildikten sonra olması daha sağlıklıdır.
2- Eleştiri konusu ayrı ve uzun bir konu. Kısaca şunu söyleyebiliriz, İslam eleştiri, fikir hürriyeti konusunda yelpazeyi geniş tutmuştur. Ancak bunlar, temel veya etik kurallar çerçevesindedir.
3- Al-i İmran, 54
4- Saff, 8