KHK’lardan kaç milyon insan mağdur oldu, haberimiz var mı? Haberdar olmak istedik mi? Hani her fırsatta halkımız, milletimiz diyoruz, şöyle şahaneyiz, yeri göğü böyle inletiriz, eşimiz yoktur bizim, başımız dik, bir yan bakarız tek dişi kalmış batı medeniyeti kaçacak delik arar, bir irfan sahibiyiz ki peh… ne yaşıyor o halkın bir kısmı, ne çekti şunca yıl, kimdi nehirde boğulan çoluk çocuk, onlar bu halkın, ‘ulusun’ mensubu değil miydi, başka bir ülkenin çocukları mıydı?
Adil yargılanmayı hak etmediler mi, hatta bırakın adil olanını, hiç olmazsa yargılanmayı hak etmediler mi, insan ve yurttaş değiller miydi, hakkında tek bir soruşturma dahi açılmadan, bir-iki ihbar ya da fişlemeyle işinden atılmış kaç insan ekmeğinden edildi, biliyor muyuz, bilmek istedik mi; nasıl oldu da o cemaat lideri kılıklıyla fotoğraf çektirmeye ve muhabbete doyamayan kareli ceketli bıyıklıların bir kısmı siyaset ve bürokraside yerlerini korur ve hatta yükselirken, sırf sempatizan olduğu ya da feşmekan bankasına para yatırdığı için canına okunan sayısız dar gelirli, toplumun gözü önünde böylesine kolay feda edilebildi.
Toplum… Yıllar önce alıntı yaptığım bir yazıya yine değinmek istiyorum, ne kadar bilinse ve üzerine düşünülse kârdır ODTÜ hocası Necmi Erdoğan’ın 2015 tarihli yazısı: Türkiye bir toplum mu? Biraz uzunca bir alıntı:
“Toplum basitçe ‘bir arada duran’ veya aynı topraklarda yaşamak ‘zorunda kalan’ insanlar topluluğunun adı değil de, bir dizi insani (siyasal, ekonomik, kültürel, ahlaki, hukuki vs.) kurucu bağ… ile birbirine bağlanmış olan insanların varoluş biçimi demek ise, ‘Türkiye toplumu’ denen şeyin tutunumunu sağlayan böyle ‘pozitif’ normlar var mı?… ‘Türkiye toplumunun’ siyasal, kamusal ve gündelik hayatını lafzın ötesinde gerçekten düzenleyen bir ‘ince ahlak’ olmadığı ölçüde, bu soruya olumlu bir cevap vermek mümkün değil… ‘Türkiye toplumunu’ bir arada tutan pozitif bir etiko-politik içerik yoksa, bir arada durduran şey ne peki? Bence buna verilebilecek tek değilse de ana cevap ‘suç ortaklığı’dır. Yani Türkiye bir ‘toplum’ ise, olsa olsa suç ortaklığı toplumudur. Makro ve mikro faşizmin kol gezdiği, sömürücülük, zalimlik ve hırsızlığın gururla taşınan payeler haline geldiği, saldırgan bir mülk edinici bireyciliğin alenen hüküm sürdüğü, bütün doğal ve tarihsel güzelliklerin arsızca yağmalandığı ve dahi bütün bunlar olurken gündelik hayatın hiçbir şey olmuyormuş gibi devam ettirilebildiği bir yerde negatif de olsa asli bağ suç ortaklığıdır.”
Evet, Türkiye bir toplum mu hakikaten? Her şeyi geçtim, nehirde boğulan el kadar çocuğa üzülemeyen, bedeninden kurşunlar çıkan el kadar çocuğa üzülemeyen, panzer altında ezilen çocuğa üzülemeyen, cenazesi bir hafta yol ortasında kalan kadına, çocuğunun cenazesini günlerce buzdolabında bekletmek zorunda kalan kadına üzülemeyen bir toplum ortalaması, nasıl olup bir gün gerçek anlamda düze çıkacağını düşünüyor peki, hangi hasleti sayesinde?
O KHK listelerinin nasıl hazırlandığını düşünüyorsunuz? Nasıl oldu da çok kısa sürede tek bir KHK ile örneğin 50 bin insan işinden atılabildi? Hemen birkaç gün ya da hafta sonra, yeni KHK’lara binlerce yeni insanın adı nasıl yazılabildi? Hangi soruşturma süreçleri izlendi, oldu mu böyle bir şey, yoksa o koşullarda birilerine ‘Terörist’ ya da ‘İltisaklı’ denmesi ‘ikna’ için yeterli miydi? İknaya ihtiyaç var mıydı, bu toplum ikna edilmek istedi mi, gerçeği merak ediyor mu, umurunda mı?
Efendim cemaatçi, efendim imzacı, efendim bölücüymüş, efendim feşmekanmış… Atılanlar velev ki dünyanın en berbat insanları olsun, bu ülkenin muhalif siyasetçisi dahi, yapılanın OHAL KHK’sıyla yapılamayacağını, o ihraçların ve diğer çoğu işlemin anayasa ve hukukun genel ilkelerine külliyen aykırı olduğunu daha yeni yeni idrak edip yüksek sesle dile getirmeye başladı, ne demek gerekir bu vahamet karşısında?
Bugün hiç hesapta yoktu doğrusu böyle bir KHK yazısı, bıktığım, biri sorduğunda dahi yanıtlamak istemediğim, uzun süredir üzerine kalem oynatmadığım bir konu OHAL KHK’ları. Fakat insan dayanamıyor demek ki, saygıdeğer biri daha hüküm giyince, sevdiklerimizden biri daha mahkûm olunca, biri hakkında daha dava açılınca ve yeni bir ‘otoriterleşme’ ve ‘Yargı bağımsızlığı zedeleniyor’ yorumu işitince…
”Neden KHK yazısı, ne ilgisi var son günlerde olup bitenle” derseniz, yanıtım şu olur: Adaletsizlik, bu ülkenin en köklü geleneklerinden biri, doğru, biri cezaevindeyken ya da öldürülmüşken KHK’lı olmak ‘büyük’ mağduriyet sayılmaz, bana kalırsa bu da doğru. Doğru olmasına doğru da, KHK rejiminin güncel gelişmeleri de ilgilendiren dehşet verici bir tarafı var: böyle çılgınca bir işin, bu denli büyük bir nüfusa ve herkesin gözünün önünde hiç duraksamadan yapılabilmesi, hemen hiçbir anlamlı tepkiyle karşılaşmaması, hızla kanıksanması, artık neredeyse umursanmaması ve akıl almaz bir uygulamanın yalnızca muhataplarıyla sınırlı kalacağının düşünülebilmesi! Hayret.
Sözün özü, KHK’lar Türkiye toplumunun gerçek bir toplum vasfına sahip olup olmadığının turnusolü oldu. Önemli olan, KHK’ların hukuka aykırılığından öte bu işin akıl fikir almaz bir rahatlıkla yapılabilmiş olması. Şöyle düşünelim, kendinizi, bir gecede on binlerce insanı işinden edip ‘sivil ölüme’ mahkûm eden ve toplum genelinde yaprak kıpırdamadığını gören insanların yerine koyun, ne hissederdiniz, sonraki adımlar için bir çekinceniz olur muydu? Bu durumda bugün dahi, “Yok canım o kadarını yapamazlar” diyenler, hangi ülkenin yakın tarihine bakarak söylüyor bunu ve hiç düşündüler mi acep, ‘sivil ölüm’ onlar için neden ”Bu kadarı da olmaz” kategorisinde değildi?
Ola ki hâlâ kafa yormayan varsa ‘sivil ölüm’ kavramının içeriğine ilişkin, Nazi dönemi hukukçularından Ernst Fraenkel’in ‘İkili Devlet’ kitabındaki ‘medenî ölüm’ kavramı belki yardımcı olur. ‘Medenî ölüm’ kavramı 1936-37’de verilen bazı mahkeme kararlarında geçiyor Almanya’da. Yüksek Mahkeme, Haziran 1936’da Alman Yahudilerinin hukukî anlamda ‘kişi vasfını’ taşımadığına karar verip onları ‘medenî ölüme’ mahkûm ediyor. Şubat 1937’deyse Yüksek Mahkeme, Yahudi kökenli olmanın bir ‘sözleşme fesih’ nedeni olduğu yönünde karar veriyor: “Kişiliğin hukuki muhtevasına dair eski (liberal) anlayış, kanın aynı veya farklı olması arasında bir ayrım yapmıyordu… Nasyonal sosyalist dünya görüşüne göre ise Alman Reich’ında yalnızca Alman asıllılar… hukuken tam itibar görebilirler… Haklardan tamamen mahrumiyet derecesi, eskiden, hukuki kişiliğin tamamen yok olması bakımından bedensel ölümle kaim idi: ‘Medeni ölüm’ ve ‘Manastır ölümü’ denen teşekküller adlarını bu benzetmeden almışlardır… yasal olarak kabul edilmiş ırk politikası nokta-i nazarından meydana gelen bir değişikliği de kişilik hakları bakımından aynı şekilde dikkate almak gerektiğine dair tereddüde mahal yoktur.”
Muhterem okur, tahmin edebileceğiniz gibi derdim tasam, o onu dedi, bu bunu yaptı ya da yapmadı değil, hepimiz az çok nerede yaşadığımızın farkındayız, çocuk değiliz. Üstelik bu satırlar benim ve çok sayıda arkadaşımın KHK’lılığıyla ilgili olmadığı gibi, mutlulukla itiraf etmeliyim, bizler çoğu insana nasip olmayan bir dayanışma ve destekle karşılaştık.
Mesele, şu olup bitenler nasıl olup bitebiliyor, şu olup bitenler yalnızca yönetimin parti-devlet niteliğinin sonucu mu, şu olup bitenleri yalnızca iktidar seçmeninin desteğiyle açıklamak akıl kârı mı, şu olup bitenler bir daha olup bitmesinler diye ne yapılmalı, şu olup bitenler hakkında herkes aynı şeyi düşünmüyor ve hiç olmazsa rûhen etkilenmiyorsa bunun gerekçesi ne olabilir, neden bu ülkede düzenli aralıklarla ve zaman hiç akmıyormuşçasına aynı şeyler olup bitiyor? Hep tekrarlanır ya, ‘hayat devam ediyor’, öyle mi, devam ediyor mu, devam eden hayat devam etmesini dilediğimiz hayat mı?
Canan Kaftancıoğlu elbette yalnız değildir, onu destekleyen milyonlar var. 1 Haziran’da hâkim karşısına çıkacak Ekrem İmamoğlu da yalnız değildir, milyonlarca seçmenin oyunu aldı. Hâlihazırda cezaevinde olan siyasetçiler, yazarlar, insan ve doğa hakları savunucuları, toplumcu avukatlar, şehirlerine kayyım atanan belediye başkanları da yalnız değil, hepsi sayısız yurttaş tarafından sevilip sayılıyor. Buna mukabil, cezaevindeler. Yalnız olmamaları bir şey değiştirmedi.