Osmanlı insanının hayata bakışı, şimdiki gibi “çıkar” değil, tümüyle “tevekkül” ve “tefekkür” eksenlidir. Bu bakış açısı beş maddede incelenebilir:
1. Errizku Alellah!
Rızkın mutlak manada Allah tarafından ihsan” edildiğine, kulların sadece bu ihsan’ın aracı olduğuna inanılırdı. Bu yüzden yürekler “fail-i hakiki” olan Allah’a yönelirdi. Kula kul olmak, makam mevki sahipleri, güçlüler ve zenginler karşısında kendini aciz ve miskin hissetmek gibi sakat alışkanlıklar yoktu. Bu yüzden Osmanlı insanın başı dik, alnı açıktı.
Modern Müslüman’ın sorunlarının başında bu bakış açısından uzaklaşması geliyor. Çünkü bu ‘fail-i hakiki’den kopuştur. Dolayısıyla ‘esbap’ (sebepler) ‘fail’ (esas) gibi gözüküyor. Bu yüzden güven sarsılıyor, huzur bozuluyor, yalnızlaşılıyor, korkuya düşülüyor. Bu durum, geçimin sağlama uğruna ruhen köleleşmeye kadar varan bir sürecin başlangıcıdır.
2. Tevekkeltü Alellah!
Sebeplere tevessül ettikten, yani elden gelen her türlü tedbiri aldıktan sonra, neticeyi Allah’ın takdirine bırakmak ve Allah’tan gelene razı olmak şeklinde özetlenebilecek bu bakış açısı, Osmanlı insanının hem maddi hem manevi hayatına hâkimdi. En önemli dinamiğini de bu teşkil ediyordu.
Ayrıca Osmanlı insanının hayatla ve ölümle barışık yaşamasının en önemli sebeplerinden biri de budur. İlham kaynağı ise ayet ve hadislerdir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni (dünya ve ahret saadetini) iktiza eder.” Dolayısıyla huzur ve mutluluğun kapıları iman anahtarıyla açılırdı.
3. Hüvelbaki!
Allah’tan başka hiçbir şeyin ve hiç kimsenin ebedî olmadığı inancı, Osmanlı insanının ruhunu dinlendirir, hayatını düzenler, dayanma gücünü artırırdı. Ne zaman bir haksızlığa uğrasa, dünyanın ölümlü olduğunu, haksızlıkların mahşerde giderileceğini düşünür, teselli bulurdu. Tabiatıyla ezilmişlik, yenilmişlik duygusuna kapılmaz; bu duygunun tesiriyle çözülmez, çökmezdi.
‘Modern Müslüman’ bu düşüncede değil. Gerçi buna inandığını hâlâ söylüyor, söylemde hiçbir fark yok; ancak söylemle eylem arasında dünyalar kadar fark var. Osmanlı insanı o an ölebilirmiş gibi yaşarken, modern Müslüman hiç ölmeyecekmiş gibi, kimseye hesap vermeyecekmiş gibi yaşıyor. Dolayısıyla tüm enerjisini mal mülk biriktirmeye harcıyor. Çoğunlukla da biriktirdiklerini yiyemeden ölüyor. Yaşam biçimi olarak göremediği o muhteşem kavram, en sonunda mezar taşına yazılıyor: Hüvelbaki!
4.Hasbünallah!
“Bana Allah yeter, Allah kâfidir” anlamına gelen bu inanç, Osmanlı insanında manevi güç olarak tecelli etmişti. Bu güç onu sağlam ve minnetsiz yaptı. İntikam alma güdüsünden korudu. Dolayısıyla kavgasız, nizasız bir toplum hâline getirdi.
Aynı dönemlerde tüm Avrupa’da cinayete meşruiyet kazandıran ‘düello’ gibi kendi adaletini kendi oluşturma esasına dayalı uygulamalar geçerli iken, Osmanlı toplumu ‘Hasbünallah’ diyerek, uğradığı tüm haksızlıklar için Allah’a sığınıyor, böylece kanlı hesaplaşmalardan uzak duruyor, psikolojik olarak da rahatlıyordu.
5. Yâ sabır!
Osmanlı Müslümanının olmazsa olmazı, sabırdır. Bu konuda da rol modeli Devr-i saadet’tir. Böyle olduğu içindir ki Osmanlı Müslüman’ı sadece sıkıntı, musibet, haksızlık karşısında değil, hayatın tüm getirileri ve götürüleri karşısında sabrederdi. Fakirliğin getirdiği sıkıntıları sabrıyla aşar, öfkesini sabrıyla yener, arzularını sabrıyla dengeler, insani ihtiraslarını sabrıyla frenlerdi. Ne başarı karşısında şımarır, kibirlenir ne de mağlubiyet karşısında umutsuzluğa kilitlenirdi. Çünkü hayata ‘tevhid’ penceresinden bakardı. Bu pencereden görünen her güzelliğe Sanii Zülcelâl’in eseri olarak saygı duyardı. O kadar ki hayvanlar ve bitkiler de bu saygılı yaklaşımdan nasiplerini alırdı.
İnsana bakışı da böyleydi: Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görürdü. İnsanların farklılıklarını zenginlik sayar, kimseyi inancından, itikatından, ibadetinden, kıyafetinden dolayı horlamazdı.
Kısacası Osmanlıların hayatı; zikir- fikir- şükür çerçeveliydi.
Yağmurda rahmet, karda beyaz kefen- ölüm, baharda diriliş, depremde hikmet, kazada rıza görür, her türlü felakette saadetin tecellisini beklerdi. Şimdiki gibi yağmura sel, kar’a felaket, depreme kıyamet gözüyle bakmaz, kazaya isyan etmezlerdi. Hayata Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın gözüyle bakar, “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” derlerdi.
Hayretleri bile zikirdi: Hayrete düştüklerinde şimdi olduğu gibi “Vaaaav yaaaa!” diye Amerikan kırması çığlıklar atmazlardı. Duygularını ‘Allah Allah’, ‘Fesubhanallah’, ‘Lailahe İllallah’, ‘Tövbe estağfurullah’, ‘Neuzubillah’, ‘Hasbinallah’ gibi kelimelerle ifade ederlerdi.
Her işe ‘Bismillah’ ile başlar, sakınmak istediklerinde ‘Neuzubillah’ der, haksızlığa uğramaları karşısında ‘Hasbünallâhü ve ni’mel-vekîl!’ diyerek tevekkül ederlerdi.
Kızdıklarında en çok, “Lâ havle” (velâ kuvvete illâ billâh-il aliy-yil azim) çekerler, beddua yerine “Hay Allah derdini alsın!” türünden dua mırıldanırlar, şaşkınlıklarını “Fesübhanallâh” eşliğinde yenerler, damarlarına basıldığında “Yâ sabır!” diyerek sabrın kuvvetine sığınırlardı.
Tekke ve zaviyelerin duvarlarını, “Edep ya hû”, “Bu da geçer ya hû!”, “Vazgeç yahû!”,”Hoşgör ya hû!” gibi teselli levhalar süslerdi.
Ticarethanelerin duvarlarında ise mutlaka “Errizku Alellah” levhası asılı olurdu.
Kısacası toplum yaşamak ve yaşatmak temelinde yücelmişti. Onları şimdiki zamanın ‘modern Müslüman’ıyla karşılaştırın ve iç âlemimizde nelerin eksildiğine siz karar verin.