Tolga Şardan yazdı…
“Polis yakalıyor, adliye bırakıyor!”
Bu coğrafyada benzer pek çok olayın ardından karşılaşılan bu yargı cümlesi, Ümraniye’de firari şüphelinin peşinden koşan polis ekibindeki genç polis memuresi Şeyda Yılmaz’ın şehit edilmesinden sonra bir kez daha tartışmaların odağında yer aldı.
Uzunca süredir polis ve adliyenin yürüttüğü hemen her olayın ardından bu cümleyi kurmak adetten oldu. Üstüne üstlük bu cümleyi dillendirenler arasında zaman zaman bizzat ülke yönetiminde söz sahibi olanlar da var.
Gümrük dışındaki adli kolluk teşkilatlarını bünyesinde barındıran İçişleri Bakanlığı ile yargıyı yöneten Adalet Bakanlığı bürokrasisi her zaman karşı karşıya gelir böylesi durumlarda.
Hatta krizlerin bile çıkmışlığı vardır. Vahamet enkazının kendi üzerlerinde kalmasını istemeyen bürokrasi çarpışır.
Sonuç, her defasında “yırtılan Hacı Bekir’in yakası” vaziyetinden öteye gitmez.
Evet, yeni Türkiye’de adli kolluk ve yargı teşkilatlarında ciddi bir erozyon var. Sadece polis değil elbette… Jandarma, sahil güvenlik, gümrük gibi adli kolluk görevi bulunan tüm kurumlarda benzer sıkıntılar var kuşkusuz.
Fakat gündelik yaşamda toplumun aynası olan polis teşkilatı öne çıkıyor bu tabloda. Kabul etmek gerekir ki, polis veya adliyeye işi düşenler, başka yollar ve yöntemlerle sıkıntılarının üstesinden geliyorlar günümüzde.
Devlet–siyaset arasındaki dengenin zaman ve ortamına göre biçim değiştirmesi ve şekillenmesi maalesef bu tabloyu karşımıza çıkarıyor. Hem de vicdanlarda ağır izler bırakarak.
Zaman zaman her iki teşkilattan bürokratlarla görüştüğümde; yargı mensupları, önlerine gelen adli kollukça hazırlanan soruşturma ve kovuşturma evrakında yeterlilik görmediklerini / göremediklerini belirtir.
Adli kolluk tarafı ise, yargı kanadının dosyalarla yeterince ilgilenmediğinden, dosyaların maddi ve manevi şekliyle yargı tarafından istismar edildiğinden bahseder hep.
Her iki tarafın birbirine karşı haklı olduğu süreçler yaşanmıyor değil tabii ki.
Adalet Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında sessiz ve derinden giden sıkıntılı süreç
Ümraniye’de genç polis memuresi Şeyda Yılmaz’ın, hakkında 26 suçtan kaydı bulunan Yunus Emre Geçti tarafından şehit edilmesi, “yakalama/bırakılma” tartışmasını yeniden alevlendirdi.
Nasıl alevlendirmesin ki?
Bir tarafta gencecik bir polis memuresinin cenazesi, diğer yanda ise, hakkındaki suçlardan dolayı yargılanan ancak mevcut yasalardaki hükümler nedeniyle elini kolunu sallayarak dolaşan suç işleme potansiyeli yüksek bir sabıkalı var.
Dolayısıyla infial yaratan olayın ardından “polis yakalıyor, adliye bırakıyor” söylemi gündeme oturdu.
Aslına bakarsanız durum tam da eskilerin deyimiyle “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” hali.
Siyasetin daha doğrusu iktidarın yasalarda yaptığı düzenlemeler eleştiriliyor, polis memuresi Yılmaz’ın öldürülmesi üzerinden.
Yaşananların toplumsal ve psikolojik verileri ya da fotoğrafı bir yana, iki kurum birbirine girmiş durumda sessiz sedasız.
Kapalı kapılar arkasında yargı cenahı “yeterli önlem alınmadığı” gerekçesiyle polisi suçluyor. Polis tarafı ise gelenekselleşmiş biçimiyle “yargının görevini yapmadığı”nı savunuyor.
Bu tartışmaların hiçbiri geçmişten bugüne yaşanan kayıpları geri getirmeyecek. İşin vahim boyutu kurumlar yaşananlardan ders çıkartma gayretinde de değil uzun zamandır.
Geçti, böyle firar etti
Fotoğrafın bütününe bakıldığında; kurumlardan bağımsız olarak devletteki yönetsel sıkıntılar ön planda görülüyor.
Genç polis memuresinin şehit edilmesi, sadece yargıda yaşanan ikilemlerin değil, mevcut polis teşkilatında da işlerin yeterince sağlıklı yürütülmediğinin acı göstergesi.
Olayın ardından, sürecin nasıl geliştiğini öğrenmek ve okura aktarmak amacıyla Ankara ve İstanbul’daki kimi kaynaklarımla görüştüm.
Elde ettiğim bilgiler şöyle:
Süreç, katil zanlısı Geçti’nin polis tarafından motosiklet hırsızlığı yaptığı iddiasıyla gözaltına alınıp polis merkezine teslim edilmesiyle başladı.
Hakkında yapılan GBT sorgulamasıyla suç sicili anlaşılan Geçti, nezarete konuldu. Bir süre sonra Geçti’nin annesi gözaltına alınan oğluyla görüşmek için polis merkezine geldi. Görevli polislere talebini iletti.
Polis merkezindeki nöbetçi polisler, annenin ricası üzerine Geçti’yi nezaretten çıkardı. Anne ile oğlu polis merkezinin bahçesinde görüştüler.
İşte bu sırada, sabıkalı şüpheli Yunus Emre Geçti, polis merkezinin bahçesinden bir anda kaçarak koşmaya başladı ve izini kaybettirdi.
Anne ile oğlunun polis merkezinin bahçesindeki görüşmesine nöbetçi polis/polisler nezaret etti mi, bilmiyorum. Ancak ‘nezaret edilmiş olsaydı şüpheli Geçti, kısa sürede izini kaybettiremezdi’ diye düşünüyorum.
Sonrasında film koptu.
Şüphelinin annesiyle görüşmesi sırasında firar etmesi, polis merkezinde görevli polisleri hem panikletti hem de alarma geçirdi.
Zira nezarethanede olması gereken bir şüphelinin polis merkezinden firarı, polisler açısından ağır görev ihmali. Sonucu, meslekten atılmaya kadar gidebilecek cezası olan durum bu.
Bu sırada, Geçti’nin annesi, oğlunun nereye gitmiş olabileceğini söyledi. Aralarında polis memuresi Yılmaz’ın da aralarında bulunduğu polisler, ekipler halinde firarinin peşine düştü.
Firariyi yakalamak için harekete geçen polislerin kendi can güvenliklerini sağlamadan, “Yaradan’a kuvvet” operasyona girmeleri, acıyla tamamlanan süreç oldu.
Sonrası malum…
Ayrıca, Geçti’nin hakkındaki adli kontrol kararı nedeniyle en yakın polis merkezine imza vermek zorunda olmasına karşın imza vermediği ortaya çıktı önceki gün.
Üstelik bu durumun, polis merkezi amirliği ve ilçe emniyet müdürlüğünce savcılığa bildirilmesi gerekirken, bildirimin yapılmadığı anlaşıldı.
Olayın öncesinde yaşananlar böyle.
Sonuçta, bir polis memuresi şehit oldu, bir polis memuru yaralandı.
Acaba ne uğruna? Bu da işin konuşulması gereken diğer boyutu!
Bakan Yerlikaya neden sinirlendi?
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, polis memuresi Şeyda Yılmaz’ın şehit edilmesinin ardından yakalanan katil zanlısı Geçti’nin, Asayiş Şubesi’nden adliyeye götürülmesi sırasında ortaya çıkan görüntülerle ilgili soruşturma açıldığı yönündeki haberlere “çok sert” tepki gösterdi.
Bakan Yerlikaya, sosyal medya hesabından yaptığı açıklama mesajını “alçaklar” şeklinde bitirmesi, kamuoyunun pek de beklemediği bir tepkiydi doğrusu.
Yerlikaya’nın böylesi sert ve beklenmedik tepkisinin arkasında olayın öncesi ve sonrasında yaşananlar mı var, bilemiyorum.
Geçti’nin adliyeye sevkindeki görüntüler, genç kadın polisin şehit edilmesi kadar olmasa da “rahatsız edici”ydi.
Bu görüntüler, Türkiye’yi yakın gelecekte başını belaya sokacak nitelikte ne yazık ki.
Öyle ki, haklı / haksız taraflarının değişmesine bile gerekçe olabilir.
Ve işin ilginci, bugün bu uygulamanın yapılmasına izin/onay verenler, Türkiye’nin başının derde gireceği günlerde büyük olasılıkla ortada bile olmayacaklar.
Hesap, Türkiye Cumhuriyeti’ne kesilecek.
Kaldı ki; az önce okuduğunuz üzere, hakkında 26 ayrı suç dosyası bulunan firarinin, Yılmaz’ı şehit etmesiyle ortaya çıkan ihmaller zincirinin yarattığı vicdan azabını, siyah poşete konulan zanlının hayvan haklarını koruyan polis birimine ait araçla adliyeye gönderilmesi ortadan kaldırmaz.
Dolayısıyla, yürütülen popülist yaklaşımlar ve gösterilen tepkiler, acıları hafifletmez, aksine katlar.
Ancak ve ancak hukukun tam manasıyla uygulanması yüreklerdeki kanayan yarayı kurutur.
Polis memuresi Şeyda Yılmaz’ın şehit edilmesi, umarım devletin ders çıkartacağı son vaka olur.
Ders çıkartılmasına da her şeyden önce Polis Akademisi’ne bağlı polis okullarında yetiştirilen insan kaynağına kaliteli akademik ve saha pratiği eğitimi verilmesiyle başlanmalı.
Ve tabii ki öğrencilerin seçiminde, coğrafyanın insan mozaiğinin esas alınması, “O’cu, Bu’cu, Şu’cu” ayrımına sokulmaması şartıyla…
Kaynak: T24