Dünya üzerinde gittikçe artan olaylar ve hızla büyüyen zulüm, Müslümanlar olarak bizlere kimliğimizin yüklediği mesuliyetleri bir kez daha hatırlattı.
Çünkü bizler “müminler ancak kardeştir” diyerek müminlerin aralarındaki bağı “kardeşlik” kuvvetinde ifade eden bir kitabın ve “müminler bir vücudun azaları gibidir” diyerek bütün müminleri tek bir bütün olarak gören ve gösteren bir Peygamber’in ümmetiyiz. Bu yapılanlar ise ne birinci ne de sonuncudur. Dünden bugüne kâfirlerin Müslümanlara yaptığı zulümler âdeta bir gelenek haline gelmiş gibidir. Yakın tarihte dün Cezayir’den, Bosna-Hersek’ den bahseden bizler, bugün Suriye’ den, adını bile yeni yeni duyduğumuz Arakan’ dan bahsetmeye başladık. Filistin’deki taşlı mücadele, Hindikuş Dağları’ndaki Afganlı mücahitlerin yaşadığı çile ve Çeçenistan dramı ise çocukluğumuzdan bu yana ezberlediğimiz bir destandır âdeta. Ezberlediğimiz ve asla unutmayacağımız… Kısacası hangi İslam ülkesini ya da (ülke diyemiyoruz çünkü Müslümanların kendi ülkeleri çok az) Müslümanların yaşadığı bölgeleri araştırıp baksanız, hemen hemen hepsinin kan gölüne çevrilmiş olduğunu ya da psikolojik bir zulüm kıskacı içinde çırpındıklarını görürsünüz. Evleri, obaları darmadağın edilmiş, yurtlarından sürülmüş, şehirleri ateşe verilmiş, kendi topraklarında gurbete terk edilmiş Müslümanları görünce dünyanın başka yerinde Müslüman kalmadığını zannedersiniz. Zulüm altında inleyenler de sık sık feryat etmektedir. “Dünyanın başka yerinde Müslüman kalmadı mı?” Dünyanın başka yerindeki Müslümanlara baktığınızda ise onların birçoğunun bu zulümlerden haberlerinin bile olmadığını, bazılarının bu tür zulüm haberleri çıktığında kanalı değiştirdiğini görürsünüz. Göze çarpan ilk şey ilgisizlik, duyarsızlık ve bazen de habersizlik. Çünkü onlar hiç ablukaya alınmış bir şehirde gece yarısı elektriğin kesilmesiyle sessiz bir ürperti içerisinde yapılacak katliamı beklememişler. Ya da bir gece yarısı evlerinden çıkarılmış, babaları gözlerinin önünde evleriyle yakılmış, iki kız kardeşi götürülmüş, annesi ve kendisi başka bir ülkeye gidebilmek için sonu meçhul bir yola düşenleri görmemişler. Ya da tank ve toplara karşı silah olarak avucunda yollardan topladığı taştan başka bir şeyinin olmamasının acısını yüreklerinde hissetmemişler. Ya da Afrika’da her günü iftarsız oruç olmasına rağmen ramazanı beklememişler.
Gündemde Müslümanları ilgilendiren bunca olay ve haber olmasına rağmen Müslümanlar gündelik işlerinin içerisinde bunları gündemlerine bile almamaktalar.
Hâlbuki bizler gündemi yakından takip eden, olayları yorumlayarak, geleceğe de ışık tutan sıcak, canlı ve güncel bir kitabın sahipleriyiz. Rabbimiz gerek zulüm ve işkence dönemi olan Mekke’de, gerek savaş ve mücadele dönemi olan Medine’de gündemi adım adım takip edip, yönlendirmiştir. Müslümanlara atılan iftiralardan, iki kâfir topluluk olmasına rağmen Rum –İran savaşına varıncaya kadar, Müslümanlar için önemli olan bütün olay ve savaşlar Kur’ an’da geçmektedir. Şüphesiz ki Kur’ an bizler için her hususta uyulması gereken en güzel örnektir. Tarih Müslümanlar için yeniden tekrar etmiş ve etmektedir. Dolayısıyla bugün zulümleri değerlendirirken Kur’ anî bakış açısına, onun değerlendirme ve yorumlarına ve onun bize sunacağı çözümlere çok ihtiyacımız var. Çünkü Kur’ an’ın sorun ve problemlere gösterdiği çözümden daha etkilisi bulunmadı ve bulunamayacaktır. Zulmün sebep ve sonuçlarını değerlendirme açısından göze çarpan Buruc suresinde Rabbimiz Teâlâ tarihî bir zulmü Peygamber’in ve ashabının ve kıyamete kadar gelecek bütün nesillerin gündemine taşıdı. Bu şekilde Rabbimiz “yaşanan zulümleri, çekilen acıları, zalimleri ve mazlumların o örnek tavırlarını unutmayın ve unutturmayın” mesajını verdi. Bunlar yeni nesillere öğretilmeli ki aynı şey başlarına geldiğinde nasıl davranacaklarını bilsinler, kendilerinden öncekilerin de aynı zulümleri yaşadığını bilerek sabretmede azmetsinler, yılmasınlar ve dönmesinler. Aynı zamanda zulmün yapısını, zalimin karakterini tanısınlar. Bu şekilde bilinçlensinler.
Sure yeryüzündeki zulüm ve savaşların ana nedenini öğretebilmek için örnek olarak zulme uğrayan bir kavimden bahseder. Peygamber (s.a.v.)’in hadisinden anladığımız kadarıyla bu kavim iman etmiş bir gencin mücadelesi ve bütün bir kavmin gözü önünde şehit edilişi sonucunda bir olan Allah (c.c.)’a iman etmişlerdi. Bunu gören kral imanlarından döndürebilmek için derin hendekler kazdırarak içlerinde büyük ateşler yaktırdı. Müminler tek tek hendeklerin başına getiriliyor, imanından dönüp dönmeyeceği soruluyor, eğer dönmezse diri diri yakılıyordu. Zalim kral ve yandaşları da bunu zevkle seyrediyorlardı. Kur’ an onlara lânet ederek: “Hendek sahipleri kahrolsun, o vakit onlar üzerinde (ateşin etrafında)oturmuş kimseler idiler. Ve müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı”buyurmaktadır. Bu olay gösteriyor ki; hak ile bâtılın mücadelesi insanlık kadar eskidir. Kabil’in, Habil’i haksız yere öldürmesiyle başlayan zulüm şiddetlenerek devam etmiş, tarihin hemen hemen her kesitine yansımıştır. Güç ve imkân elinde olduğu sürece zalim için zulüm çeşidi çoktur; istediği yere girebilir, yerle bir edebilir, yakıp yıkabilir, ateşe verebilir, insanları diri diri yakabilir ve toplu kıyımlar yapabilir. Tarih bunların hepsine şahit olmuştur. Zulmün herhangi bir sınırından, kuralından bahsedilemez ya da acıma,merhamet gibi insanlık duygularından… Çünkü bunların hiçbiri zalimin lügatinde yer almaz. Karşıdakinin çocuk olması, yeni doğmuş masum bir bebek olması onu hiç etkilemez. Hatta anne karnındakini öldürmekten daha çok zevk alır. Zulmün vazifesi; namus mefhumunu yıkmak, kuralı; öldürmek, en çok zevk aldığı iş; işkencedir. Bu nedenle insanların etlerini kemiklerinden ayırır, diri diri toprağa gömer, gözlerini oyar, derisini yüzer… Ve daha nice işkence çeşitleri… Zulüm adı üzerinde karanlıktır. Karabasan gibi çökünce bir şehrin, bir milletin üzerine artık orada iyilik, güzellik adına hiçbir şey bırakmaz. Onun her hareketinde öfke, kin ve kıskançlık görmek mümkündür. Acaba neden bu kadar acımasız ve saldırgandır zalimler? Karşı taraf onların topraklarını ellerinden mi aldı? Saldırdı mı? Öldürdü mü? Ne yaptı? Bunların hiç biri olmadığına göre bu öfke niye? Bu sorunun cevabı surede anlatılan zulümden sonra verilmektedir; “Aziz ve Hamid olan Allah’a iman etmeleri sebebiyle…”İşte bu sebeple dünya üzerinde en çok zulme uğrayan, kanı dökülen ve yurtlarından çıkarılanlar Müslümanlar olmuşlardır. Çünkü onlar göklerde ve yerde Rablerinin hâkim olması gerektiğini bilmektedirler. Onlara göre otorite yalnızca Allah’ın hakkıdır. Bu, otoriteyi kendi hakkı gören, kibirle nefsini ilahlaştırmış kâfirler için Müslümanlara saldırmakta yeterli bir sebeptir. Bütün öfkeleri bunun için, bütün kavga ve isyanları bunadır. Ve bu halleriyle aslında onlar, Müslümanlara değil, yaratıcı ve rızık vericileri olan Allah’a savaş açmışlardır. Düşmanlık yaptıkları bizzat kendi Rableridir. “Onlar sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar.” Demek ki zulümlerin asıl sebebi inançlardır. Savaş inançların savaşıdır. Fakat inancına saldırıldığını bilen her inanç sahibinin gün gelip ayağa kalkacağından korkulduğu için asıl sebep saklanır. Sebep toprak parçası, ırk, petrol gibi ilan edildiğinde dertler ayrılacak ve Müslümanlarda “onun derdi, beni ilgilendirmez” anlayışı oluşacaktır. Nitekim öyle de oldu. Bugün Filistin direnişine “Arapların savaşı”, Irak savaşına “Petrol kavgası”, Arakan’ da ki Müslüman kıyımına “toprak anlaşmazlığı” gözüyle bakan ve halen kimlik kartında Müslüman sıfatını taşıyan insanlar var. Bu mudur Müslümanlık? Bu duyarsızlık ve ilgisizliğin adı değil Müslümanlık, insanlık bile olamaz. Müslümanlar bir an önce bu zulümlere bir çözüm bulmak zorundadır. Zulüm asla kabullenilecek bir netice değildir.
“Size ne oluyor ki Allah yolunda ve:
‘ Rabbimiz bizi şu halkı zalim kentten çıkar, bize katından bir yardımcı ver!’ diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?”
Zulmün sebebi güçsüzlük, zayıflık ve sahipsizlik olduğuna göre çözüm bellidir; “güçlenmek.” Bütün Müslümanları sahiplenene kadar… Yeryüzünün hiçbir yerinde hiçbir zulüm kalmayıncaya kadar… Huzur ve adaleti hâkim kılmaya muktedir oluncaya kadar. Şüphesiz ki zulmün tek anladığı dil güçtür. Gücü görmeden zalim zulmünü bırakmaz. Güç kâfirin elinde zulüm, müminlerin elinde adalet ve huzur vasıtasıdır. Bu nedenle güç, Müslümanların hakkıdır ve yeryüzünün asıl sahipleri Müslümanlardır. Hakikatte her mümin potansiyel bir güçtür. Fakat nasıl ki bir mermi köşede durduğu sürece bir işe yaramaz, paslanmaya mahkûm kalır, aynen bu şekilde potansiyelini mücadele ile kullanmayan mümin de bir işe yaramaz. Güçlenmek için yapılması gereken öncelikle liyâkatli önderlerin öncülüğünde, nebevî metotta bir araya gelmek. İçimizden cesur, fedakâr ve liderlik özelliklerine sahip, bulundukları memlekette İslam davasını yayacak öncüler yetiştirmek. Ümmet-i Muhammedi sahiplenecek güçlü diller, güçlü kadrolar oluşturmak. Canını ve malını Allah’a satarak bu kadroların içerisinde yer almaya çalışmak. Bu şekilde İslam medeniyeti olarak yeniden dünyaya güneş gibi doğmak. İşte o zaman zulüm sona erecektir.
Söyle Müslüman kardeşim; imanın, cesaretin ve fedakârlığınla, Müslümana güç katacak güçte misin? Yoksa canlı ceset misin?
Furkan Nesli Dergisi'nden Alıntıdır