Rumeysa Yılmaz Hocahanım, Furkan Nesli Dergisi 86. Sayıda, günümüz Türkiye’sinin içinde bulunduğu hali, usta kalemiyle tasvir eden “Adalet… Mumla arıyoruz…” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
İşte Rumeysa Yılmaz’ın “Adalet… Mumla arıyoruz…” başlıklı yazısı;
Ekmek gibi, su gibi bir şey adalet… Hatta onlardan öte… İnsanın temel ihtiyacı… Herkese lazım… İnsan ondan mahrum olunca, nefes alamaz hale geliyor. İnsana insan gibi muamele adalet… Adaletsizlik ise zulüm… Ve zulüm, insanın bedeninden çok; onurunu kıran, ruhunu parçalayan bir işkence…
Adalet mülkün (yani devletin) temelidir’ demiş, adaletiyle tanınan Hz. Ömer… Adaletin olmadığı devlet, temelden sarsılacak ve zamanla yok olacak demektir.
Ülkemizde birçok meselede ciddi sorunlar yaşanıyor. Örneğin eğitim alanında uygulanan yanlışlıklar, fıtratı ve dini hiçe sayan uygulamalar, yap-boza dönen sınav sistemleri ve daha birçok ciddi problemler, çocuklarımızın geleceği anlamında kaygımızı daha da arttırmış durumda. Yine ülke ekonomisinin alt üst oluşu, yani işsizliğin artışı, alım gücünün azalması, fakirlerin ve fakirliğin artışı, insanımızı ciddi anlamda etkiliyor. Ancak tüm bu problemler, ya yarınımızda bize sıkıntılar yaşatacak ki eğitimdeki problemlerin acısı ileride daha net görülecektir- ya da bugünümüzü sıkıntıya koyacak- maddi alandaki problemler- problemlerdir.
Adalet ve hukuk alanında yaşanılan mağduriyetler ise, bugünümüzü yarınımızı, bizleri ve çocuklarımızı, bedenimizi ruhumuzu, şahsımızı ve toplumumuzu derinden etkilemektedir. Adaletin olmadığı bir toplumda yetişen nesilden ne hayır beklenebilir? Binlerce insanın zulüm ve baskı gördüğü bir ortamda, her gün her gün bu zulümlere şahit olduğu halde sesini çıkarmamayı, ‘bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ demeyi öğrenen, her gün duyarsızlığı, umursamazlığı, esasında merhametsizliği öğrenen bir toplumdan ne hayır beklenebilir?
Kur’an-ı Kerim bize 700 küsur ayette İsrailoğullarını anlatır. Onların nasıl bu hale geldiklerini, bizi işin başına- başlangıcına, yani Firavunlu yıllara götürerek anlatır. Zebih (kesim) yıllarını anlatır. Firavun’ un kendi saltanatını başına yıkacak bir neslin yetişmemesi için yaptığı kıyımı anlatır. Hz. Musa’nın annesinin, neslin muhafazası için verdiği mücadeleyi, çektiği çileyi anlatır.
Ve bu mücadeleyi veren anneye Allah’ın yardımının nasıl geldiğini anlatır. Kur’an-ı Kerim yüzlerce ayette Firavun dönemini anlatır. Bunları boşuna anlatmaz. Böyle dönemlerde, zulümle mücadele etmeyen toplumların bünyesinin, yapısının bozulacağının mesajını verir. Evet, Firavun ne yaptıysa da Musa doğmuştur; hatta o farkında olmadan, onun sarayında, kucağında yetişmiştir. Ancak sadece Hz. Musa’nın doğumuyla, yetişmesiyle her şey hallolmamıştır. Çünkü onun ashabı olacak olan İsrailoğulları’nın yaşadığı ortam ve onların bu ortamdaki tutumları, geleceği belirlemiştir. Hz. Musa’nın doğumu, kuvvetli ve cesaretli yapısı elbette önemlidir ancak, Hz. Musa’nın yanındaki yönündeki insanların yapısı, onların sağlamlığı, kişiliği de bir o kadar önemlidir. İşte Musa Aleyhisselam’ın mücadelesinde, bu problemli yapı, büyük sorunlar çıkarmıştır.
Firavun döneminde mücadele etmeyen İsrailoğulları’nın, kölelik, kişiliksizlik, itaatsizlik, döneklik, korkaklık, tembellik, zulme rıza, mücadele ruhundan uzaklık, bir de kölelerde var olan efendisine (esasında celladına) hayranlık, ruhlarına işlemişti. Bu problemli yapılarıyla, Hz. Musa’nın başına devamlı dert oldular. Hz. Musa belki de Firavun’dan daha çok, Firavun döneminde yapısı bozulmuş olan ümmetinden çekti. ‘Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada kalıcılarız.’ ‘İşittik, isyan ettik.’ ‘Ey Musa biz bir çeşit yemeğe asla katlanamayız.’ Yukarıdaki birkaç ayet, onların baş belası yapılarını ortaya koymaktadır.
Bir toplumda kişilik- yapı ne kadar bozulursa, o toplumu ıslah etmek, o toplumu harekete geçirmek ve o topluma cesaret vermek, o kadar zorlaşır. Zulüm, toplumların ruhsal bünyesini, kişiliğini bozan çok önemli bir etkendir. Böyle zulüm dönemlerinde ne kadar çok ve topyekun mücadele verilirse, toplumsal bünye o kadar az dejenere olur.
Ülkemiz, adaletsizliğin had safhada yaşandığı, bir zulüm döneminden geçiyor. Böyle bir dönemi, fert olarak ve toplum olarak, en az zararla atmaz isek, bunun bedelini gelecek yıllarda daha ağır öderiz. Yapımızın, zulme muhalif olması gereken ruhumuzun bozulmaması için, direnmek, mücadele etmek, anlatmak hatta haykırmak zorundayız. İslam’ın kelime-i TEVHİD ile ilk adımda öğrettiği, zulme ve küfre (şirk en büyük zulümdür ayeti…) muhalif duruşu, daim diri tutmak zorundayız. Ülkemizde suçlu- suçsuz ayırt etmeden binlerce insan hapishanelere dolduruldu. Bu insanlar bir defa dahi mahkeme edilmeden aylarca hapsediliyor. 1,5- 2 sene tutuklu kalıyor ve sonra: ‘sizinle ilgili hiçbir delil yokmuş, dosyanız tertemizmiş, neden tutuklandığınızı biz de anlayamadık’ diyerek serbest bırakılıyorlar. Bizim basın- yayından da gördüğümüz kadarıyla, 15 Temmuz gecesi hiçbir kadın darbeye teşebbüs etmedi… Ancak 17 bin kadın cezaevinde… Kermes yapan kadınlar sıkmalarla, böreklerle birilerine kafa tutmaya çalışmadı… 700 bebek emekleyerek, hamile kadınlar karınlarını tutarak meydanlara yürümedi… Bizim bildiğimiz kadarıyla hiçbir öğretmen eline silah alıp darbe yapmaya kalkışmadı… Komutanları ‘tatbikat var’ deyince, hiçbir şeyden habersiz, sadece emri uygulamak için yola çıkan hava harp okulu öğrencileri… 5 günlük erler… Bunlar ne yaptı?
O gece darbeye bizzat kalkışanlar belli değil mi? Binlerce insan böyle bir kalkışmanın içerisinde olmadığı halde GEÇMİŞLERİNDEN DOLAYI neden yargılanıyorlar?
Geçmişte onlarla, belki zerre hükmünde alakalarından dolayı, bu insanların GELECEKLERİ KARARTILIYOR. Geçmişte onların okulunda okuduklarından veya kurumlarında çalıştıklarından dolayı neden otomatikman suçlu görülüyorlar? Onların basit bir kitapevinde çalışan işçilere cezalar yağıyor… Kermes faaliyetlerinde görev alan kadınlar şafak operasyonlarıyla bebekleriyle, çocuklarıyla gözaltına alınıyor…
Hamile kadınlar, kapasitesinin 2-3 katı insan barındıran koğuşlarda balık istifi gibi, aylarca tutuklu kalıyor; doktor kontrolünden, yeterli beslenmeden, güneş ışığından mahrum ediliyorlar… Gözaltında başörtüleri açılan kadınlar… Gözaltında polislerin içinde her gün çıplak muayene edilen tesettürlü- tesettürsüz kadınlar… 7 kişilik koğuşa 30 kişinin doldurulduğu, 2 kişilik tuvaleti 30 kişinin kullandığı çilehaneler… Doğumhane kapısından alınıp bebeğiyle hücreye koyulan, sütü kesilen, bebeğine mama verilmeyen anneler… Suçsuzluğu anlaşılıp berat etmesine rağmen işine geri döndürülmeyen binlerce insan… Bunlara neyin cezası çektiriliyor? Ve bir de tüm bu davaların dışında ve fevkinde, Alparslan Kuytul Hocama açılan dava ve yapılan muameleler… Somut olarak ne ile suçlandığı bilinmeyen ama ağırlaştırılmış müebbet cezası almış gibi muamele gören Alparslan Hocam… Hiçbir terör örgütüyle alakası olmayan, bilakis gençlerimiz terörün kucağına düşmesin ve telef olmasın diye mücadele eden Alparslan Hocam… Daim dinin, ümmetin, memleketin hayrı için mücadele eden, doğruya doğru, yanlışa yanlış diyen Alparslan Hocam… Ve herkesin ama herkesin, siyasetçisinden- hukukçusuna, normal halktan olan insanlarımıza varıncaya kadar, gizli veya aşikâr ‘suçsuz yere zulmediliyor’ denilen insan… Alparslan Hocama açılan dava ve yapılan muamele tarihe geçecek hukuk skandallarıyla dolu…
Yaşadığımız şu sürece objektif bir nazarla baktığımızda, ciddi bir hukuksuzlukla beraber, büyük bir merhametsizliğin Vicdanlar, ya cüzdanlara, ya makamlara ya da korkulara kurban edilmiş durumda… Eğer kanunları uygulamada, vicdan devrede olmayacaksa, hâkimler yerine robotlar karar versin. Kanunlar robotlara yüklensin ve onlar bu maddelere göre sonuca varsın… Böyle bir adalet sistemi insani olabilir mi? Duygunun, vicdanın olmadığı yerde, adeta makineleşmiş ve komut verilmiş hâkimlerin kararlarıyla, insanca bir adalet anlayışı tecelli eder mi? Hâkimler, vicdanlarını susturmadan, öldürmeden karar vermelidirler. Merhamet olmadan adalet olmaz… Kuru kanunlarla ADALET sağlanamaz; ancak ZULMEDİLİR!