Ünlü sosyalist lider Vladimir Ilyich Leninder ki “emperyalizm bir öküzden iki deri çıkarmayı başarır”. (Imperialism, the Highest Stage of Capitalism)
Türkiye gibi kapalı toplumlarda olayları incelerken olağanın dışına çıkmak gerekir. Çünkü devlet ve toplum iyi örgütlenemediğinden, medeniyeti sabit tutacak sütunlar zayıf kaldığından, o toplumları manipüle etmek pek bir kolaydır. Her grubun, her hareketin bir nasır noktası vardır. Nasırına bastığınız aklını, fikrini, çıkar ve değerini unutup nasırına basanın boğazına basar.
Türkiye gibi toplumlarda kavramlar oturmamıştır, kelimeler herkes için aynı tanımı ifade etmez... Bir Çin atasözü der ki, “bir toplumu yıkmak istersen, onun kelimelerini, kavramlarını birbiriyle yer değiştir, anlaşamaz hale gelsinler”. İşte, Türkiye de böyledir. Bugün düşman olanlar, kısa sürede dost olabilirler, dostlarsa yarın düşman… Bu nedenle perde gerisinde, toplumun bu huyunu bilen, nasırlarını keşfetmiş olan hep kukla oynatıcılar olmuştur...
Bu gerçeğin farkında olarak, Türkiye iç gelişmelerini okurken hep olmayacağı düşünmek gerekir... Bunu söylerken kendinizi masallara, komplo teorilerine kaptırın demiyorum. Sadece size sunulanı reddedin ve gerçeği en başından araştırın, anlamaya çalışın.
SÜRPRİZ CEMAAT - AK PARTİ İTTİFAKI
Gülen Cemaati ile AK Parti arasındaki ilişkileri de böyle okumak gerekiyor. Daha 17 Aralık ortaya çıktığında, hatta bundan çok daha önce “parti ile cemaat birbiriyle vuruşturulacak, birileri oyunu iyi kurmuşlar” demiştim. Bugün de aynı kanaatteyim, hatta bu oyunun tüm detayları ortaya çıktı bile. Elbette görmesini bilene.
Fethullah Gülen hareketi (diğer adıyla Hizmet) ile Erbakan’ın Milli Görüş hareketi birbirlerinden hiç hazzetmediler. Her ikisi de İslami hareketler arasında sayılsa da,Gülen’i izleyenler Erbakan’ın partisine oy dahi vermediler. Aslında ayrılık çok daha gerilere kadar gidiyordu. Gülen hareketinin veya genel olarak bilinen ismiyle Cemaat’in köklerini aldığı Nur hareketi de Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’yle hiçbir zaman yakın olmadı. Nur hareketinin takipçileri ağırlıklı olarak Süleyman Demirel’e ve Turgut Özal’a destek verdiler.
Hizmet olarak da bilinen Cemaat ile Erbakan çizgisi arasındaki ayrım 28 Şubat ve sonrasında zirve noktasına ulaştı.
Erbakancılar, Gülen’in açıklamalarını yerden yere vurdular, Gülen grubu ise o dönemde Erbakan’a oy vermek bir yana solun lideri Ecevit’e yaklaştı.
Ancak 2002’den sonra herşey bir anda değişti. Erbakan’dan bölünen AK Parti ile Gülen Cemaat’i birbirine inanılmayacak bir hızda yaklaştı.
Elbette AK Parti de, Gülen Cemaati de iradesi olan iki ayrı aktördür ve böyle bir tercihte bulunabilirler.
Ama neden 2002’de?
Neden geçmişte mümkün olmayan 2002’de mümkün oluyor?
2002-2011 arasında Parti-Cemaat ikilisi “Türkiye’nin demokratikleşmesi ve sivilleşmesi” hedefleri doğrultusunda sıkı bir koalisyon kurdular. Ancak ikisi de birbirine tam olarak güvenemedi. Dediğim gibi, ikisi de geçmişte neyse oydu, ama onları bir araya getiren şartlar vardı.
OP dönemde Cemaat’in hırsı ve istekliliği Ordu’nun ve Ulusalcı-sol muhalefetin şekillendirilmesinde koç-başı görevini gördü. Ama koç-başını tutan Cemaat’in kendisi değildi. AK Parti o koç-başını tutuyorum sandıysa da, gerçek aktör o da değildi.
İkilinin koalisyonu sayesinde Türkiye bir yerlere geldi, ancak daha fazlasına gerek kalmamış olmalı ki 2011 sonrasında ikilinin birlikteliği zoraki bir evliliğe dönüşmeye başladı ve 2012’den sonra yokuş aşağı giden ilişkiler 2013’de tamamen koptu.
Yapılması gereken bu dönemin iyi bir muhasebesini çıkarmaktır ve Parti-Cemaat birlikteliğinin üçüncü taraflara yararına odaklanmaktır.
Nasıl iki yan yana gelmez 2002-2013 arasında sıkı bir koalisyon içine sokulduysa, 2013’den sonra bu ortaklık bir anda paramparça edildi. Daha önce de söylediğim gibi, Cemaat ile Parti’yi yakınlaştırmak nasıl birilerinin işine geldiyse, ikisini birbirine düşman etmek de öyle birilerinin işine geldi.
Yani Cemaat – AK Parti kavgasını normal bir süreç olarak görmedim, yapay olarak bu kavganın hazırlandığını ve bu kavga üzerinden birilerinin fena halde dayak yiyeceğini, belki de bitirileceğini söylüyorum.
Lenin’in sözüne dönecek olur isek, emperyalizm bir öküzden iki deri çıkarmayı başarıyor. Cemaat’i AK Parti’nin eline koç başı olarak veren birileri, bu kez ikisini birbirine karşı çarpıştırdı ve bu kez AK Parti, Cemaat’e karşı koç-başı oluverdi. Yani sadece aktörlerin yerleri değiştirilerek o ona, bu şuna vuruşturularak hedeflere ulaşılıyor...
Ancak mesele bu kadar basit değil. Sadece Cemaat’i bitirmekle uğraştığını düşünen Parti aslında daha geniş bir kitleye, tüm cemaatlere karşı bir koç-başına çevrilmiş durumda.
CEMAATLERİN KÖKÜNÜ KAZIMAK
Bu sürecin kodlarını Doğu Perinçek’in son dönemde verdiği demeçlerinde rahatlıkla görebiliyoruz.
Perinçek diyor ki, “Erdoğan bizim çizgimize geldi”.
Perinçek açıkça diyor ki, yargıda, poliste, devlette vs. eski dönemin adamları görevden alındı, yerine Perinçek’in beğendiği adamlar getirildi…
Yani devlette ciddi bir tasfiye ve yerine Perinçek-çizgisine yakın isimlerin yerleştirilmesi sağlandı…
Perinçek’in bu sözlerinin somut halini, bizzat Hükümet ve Saray tarafından yapılan atamalarda da görebiliyoruz…
Perinçek, en son Nokta Dergisi’nden Armağan Çağlayan'a konuştu ve Cumhuriyet tarihinde görülmedik şekilde cemaatlerin kökünün AK parti hükümeti eliyle kazındığını ilan etti.
Perinçek’e göre cemaatleri bitirme kampanyasının uygulayıcısı AK Parti idi, ama planlayıcısı ve yönlendiricisi Perinçek ve ekibiydi.
Perinçek bu demecinde kendisinin devlet üzerinde Başbakan Davutoğlu’ndan bile daha etkili olduğunu iddia ediyor.
KAMPANYA YENİ DEĞİL
Taraf gazetesi tüm delilleriyle ortaya koydu, aslında cemaatleri bitirme kampanyası yeni değil. Hazırlıkları 2002 yılından bu yana, hatta evvelinden beri yapılmaktaydı. Başka bir deyişle, konu Genelkurmay eski Başkanı Kıvrıkoğlu’nun “28 Şubat bin yıl sürecek” sözleri çerçevesinde değerlendirilebilir.
2010 yılına kadar MGK ve diğer kurumlarda, laikliği korumak adı altında yapılan dini gruplara karşı çalışmaları bir ölçüde anlayabiliyordum ve Hükümet’in bunlara sessizliğini, hatta bu çalışmaları onaylamasını kendini korumak için aldığı bir önlem olarak görüyordum. Öyle ya iktidarda olmalarına rağmen muktedir olmadıkları yaygın bir algıydı. Ancak 2010 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü tüm illere bir emir yolladı ve bölgelerindeki dini grup ve cemaatlerin üyelerinin tespitini istedi. Açıkçası bu talep 28 Şubat döneminden bile daha güçlü ve açık bir talepti. Benim bu süreci okumamda bu ve benzeri taleplerin büyük etkisi oldu.
O yıllarda AK Parti içinde Ergenekoncuların olduğu, ‘derin devletin partinin içinde olduğu’ iddiaları kamuoyuna sızmaya başlamıştı. Ancak bu iddialar hala çok sınırlıydı.
Diyebilirim ki 2010’dan sonra devlette cemaatleri tespit etme, fişleme ve devlette kadrolaşmalarını engelleme çalışmaları daha görünür bir hal aldı. Burada sorun şuydu, kendisini AK parti ile neredeyse özdeşleştirmiş, AK Parti’yi öz kardeşi gibi gören, dini dayanışma üzerinden meseleye bakan cemaatler nasıl etkisizleştirilecek ve bu durum Parti tabanına nasıl izah edilecek?
CEMAATLERİN KISIRLAŞTIRILMASI
Cemaatlerin etkisizleştirilmesinde meşrulaştırıcı kavram “hepsini parti çatısı altında birleştirmek” oldu. Yani Parti, “ben size yeterim, ayrı bir hareket oluşturmanıza gerek yok” diyordu. Bunu derken onların kendi renklerini korumalarına müsaade ediliyor, ancak siyasi konularda AK Parti çizgisi dışına çıkmaları bir anlamda yasaklanıyordu. Hükümeti eleştiren fitne çıkarmış oluyor ve dışlanıyordu. Bu sopa politikasını dengeleyen ise cemaatlere ve diğer dini gruplara sağlanan imtiyaz ve kolaylıklardı. Belediyelerin sağladığı ücretsiz arsalar cami, külliye, okul vs. ruhsatları yüklü miktarda bağışlar, cemaat medya kuruluşlarına reklam ve diğer imkânlar sinirleri yatıştırıyor ve iktidar ile cemaatler arasında kuvvetli bir bağ kurulmaya çalışılıyordu.
Bu süreçte, kendilerine çizilen yol haritasını beğenmeyen cemaatlerin ipi çekildi, günah keçisi ilan edildiler, dışlandılar, hatta cezalandırıldılar. Bunlardan biri deFurkan Vakfı ve çevresi. Furkan hareketi, Gülen Cemaatini 30 yılı aşkın bir süredir oldukça sert bir şekilde eleştiren bir cemaat. Bu cemaatin yakın zamana kadar AK Parti’ye karşı öyle bilinen bir sert eleştirisi de yoktu. Ancak 2010 sonrasında “herkes partiye biat edecek, onun dışına çıkmayacak” çağrısına Furkan hareketide uymadı ve bedellerini ödeyerek de olsa bağımsız kalmayı tercih etti.
Bu cemaatin hocaefendisi olan Alparslan Kuytul, 8 Aralık 2014 tarihli bir konuşmasında diyor ki
“Hukuk içerisindeki en basit faaliyetlerimiz dahi engellendi, isteklerimiz reddedildi. Bize darbe vuruyorsunuz, çünkü şakşakçılık yapmıyoruz. AKP’ye oy toplamıyoruz. İmkanlar AKP’yi destekleyenlere veriliyor. Paralel dedikleri bahanesiyle diğer cemaatleri engelliyorlar. Tutturmuşlar bir paralel paralel. Siz paranoyak mı oldunuz? Psikolojiniz mi bozuldu? Tüm cemaatlerden şüphe eder oldular… Duyduğum kadarıyla Süleymancıların 25 inşaatını mühürlemişler. Tek parti dönemine mi gidiyoruz? Sizinle beraber değildik, ama düşman da değildir. Bizi sizi kardeşimiz biliyorduk, siz yanlış yaptınız. Neymiş, tekid etmişiz. Bundan sonra daha çok ederiz.”
Yine Kuytul, bir başka konuşmasında AK Parti üzerinden birilerinin cemaatleri bitireceğini, sonra da dönüp, AK Parti’yi bitireceğini, oyunun içinde başka oyunların olduğunu söylüyor:
“O cemaate (Gülen cemaati) verdikleri tüm makam ve mevkileri alıp eski Ergenekonculara verdiler. O Ergenekoncular ise ‘tüm cemaatleri bitireceğiz’ diyor… Aslında tarikat ve cemaatlerin çoğu bitik. Bu hükümetin eliyle cemaatleri vuracaklar, sonra sıra AKP’ye gelecek., AKP’yi de vuracaklar. Tüm cemaatleri AKP’nin çatısı altına topluyorlar. Hepsi toplanınca, bu çatıyı çökertecekler ve hepsi altında kalacak. Ancak o çatı altına girmeyenler hariç. Maalesef (camaat ve tarikatların) % 90-95’i o çatının altına girmiş durumdalar. Bunlar esas görevlerini AKP’ye bıraktılar, faaliyetlerini adeta askıya aldılar. İhale peşindeler, nerelere adam yerleştiririz peşindeler, nereden hangi arsa peşindeler…”
Sayın Kuytul’un analizine ve tespitlerine önemli oranda katılıyorum. Buna ek olarak, AK Parti-Gülen Cemaati arasındaki savaşın cemaatleri bitirmede özel bir işlev gördüğünü düşünüyorum. Şöyle ki
1. İlk olarak, Cemaat-Parti kavgası sayesinde Parti devlet bürokrasisi içerisinde yalnız bırakılmış oldu,
2. İkinci olarak, cemaatler içerisinde en geniş tabana sahip olan ve devlet içinde en dinamik sayılan cemaat devre dışı bırakılmış oldu,
3. Son olarak, diğer cemaatlere ibret niteliğinde bir örnek oluşturuldu, ‘paralel olmak’ diye bir suç meydana getirildi ve Gülen Cemaati’nin muhalefetine benzer çıkışlar yapan her cemaati ve grubu yok etmek için etkili bir araç elde edilmiş oldu.
Bu sürecin sonunda tüm cemaatler yok edilecek mi, bilemiyorum. Fethullah Gülenörneğinde Cemaat’e birazcık sempatisi olanlar bile kendisini hapislerde buluyor. Başörtülü ev hanımlarından doktorlara, esnaflardan öğrencilere kadar kafasını kaldıran tutuklanıyor. Dolayısıyla benzeri uygulamalar muhalefet etmeleri halinde diğer cemaatlere de reva görülebilir. Ancak aslında buna gerek de yok. Cemaatlerin kısırlaştırılması, yani doğurganlıklarının ve dinamizmlerinin ellerinden alınması, devletin kanatları altında bir merasim-hareketine dönüştürülmeleri yeterli. Üstelik bu, tarihimizde yeni de değil.
Osmanlı’da bu uygulamayı sıklıkla görüyoruz. Cemaatler ve tarikatlar, Saray’a başkaldırmadıkları sürece, ona itiraz etmedikleri müddetçe destekleniyorlar, arsa, bina ve diğer ödüllerle dünyalığa boğuluyorlar. Ancak İslam böyle bir din değil. İslam dini yata odasından çarşıya avlanmadan savaşa kadar her konuda söyleyecek sözü olan bir din. Üstelik İslam dini hemen her konuda müminleri aktif tavır almaya cesaretlendiriyor.
İslam’ın dinamik karakterine karşın İslam devletlerinin dini hareketleri tek-tipleştirmesi, onları devletin çizgisinde tutmaya zorlaması belki de İslam’ı donduran, dinamizmini yok eden asıl nedendir.
İslam tarihinin en büyük âlimlerinden Ebu Hanife (699-767) örneğini hatırlarsak tablo daha da netleşecektir. Ebu Hanife, Emevî ve Abbâsî halifelerinin yönetim anlayışını onaylamamış, siyasi eleştiriler getirmiş, bunun sonucunda her iki halife tarafından işkenceden geçirtilmiş, en nihayet işkenceler sonucunda hayatını kaybetmiştir.
Aslına bakarsanız hem Emeviler, hem de Abbasiler, Ebu Hanife ile uzlaşma yolunu aramışlar ve siyasi eleştirilerini bir yana bırakıp Bağdat’a kadı olmasını teklif etmişlerdir.
Başka bir deyişle, Ebu Hanife ve çevresindekiler devletin çizgisine getirilmek istenmiş, bunu kabul etmyeince ise bu farklı ses fiziken ortadan kaldırılmış, yani çok seslilik tehlike olarak görülmüştür.
Bu tarihten sonra da halkı Müslüman devletler alimlerine ve dini hareketlere benzeri şekilde davranmışlardır. Tarikatlar ve cemaatler siyasi görüş beyan etmedikleri sürece özgür kalmışlar, belli alanlara girmeleri adeta yasaklanmıştır. Bu ise dini grupları bir yandan sembolik merasim gruplarına çevirmiştir, diğer yandan dinamizmlerini ellerinden alarak içten içe yozlaşmalarına, çürümelerine yol açmıştır.
CEMAATLER BİTERSE, DEMOKRASİ Mİ GELİR?
Bugüne dönecek olursak, ulusalcı ve sol bazı çevreler cemaatlerin bir şekilde bitirilmesi gerektiğini düşünüyorlar ve yaşananları büyük bir fırsat olarak görüyorlar. Oysa ki yaşananlardan demokrasi veya serbesti adına başka bir sonuç ummak hayalcilik olur. Yaşananlar tipik bir devletin halkı kendisine benzetmesi ve zapturapt altına almasıdır, daha fazlası değil.
Hatta resme biraz daha geniş bakabilirsek, kanaatimce cemaatlerin ve dini grupların gelişmesi, Müslüman coğrafyanın kendisini geliştirmesi ve her anlamda kalkındırması için kilit bir önemdedir. Yani ben cemaatlerin siyasete ve hayatın diğer alanlarına ilgi duymasını laikliğin veya cumhuriyetin altını oymak olarak görmüyorum. Tam tersine, eğer bu insanların dini İslam ise çözüm de dini kurumların ıslahından ve gelişmesinden geçecektir. Eğer Türkiye cemaatleri çağa uygun hale getirme ve modern sistem ve kurumlar içinde uyumlu şekilde yaşatma (accommodation) işlemini başarıyla tamamlayabilirse İslam ülkeleri çağlar öncesindeki dinamizmini tekrar yakalayabilirler. Ve hatta bu süreç serbestîci (liberal) ve bir arada yaşamı temin edecek (co-existence) bir siyasi sistemle de sonuçlanabilir.
Bu bağlamda cemaatler toplumun diri taraflarından biridir, yani sivil toplumdur. Sivil toplumun devlet eliyle bitirilmesi ise aslında toplumsal dinamiklerin tıkanması, toplumun canlı kısmının sona erdirilmesidir.
SORUNUN KİŞİSEL KISMI
Yazılarımda kendimden bahsetmek pek adetim değildir, ancak yukarıda bahsettiğim süreçte kurbanlardan biri de ben olduğum için değinmek zorundayım. Ne yazık ki eleştirilere tahammülsüzlük öyle bir noktaya geldi ki en küçük eleştiri bile düşmanca algılanıyor. Oysa ki bugüne kadar ki tüm eleştirilerim kişisel beklentilerden uzak ve ülkemin menfaatlerini gözeterek yapılmıştır. Ayrıca AK Parti’nin doğrularını en güçlü destekleyenlerden biri olduğumu da hatırlatmak isterim. Ancak bahsettiğim süreç devreye girince Parti en temel melekelerini kaybetmeye ve dost ile düşmanı ayırmakta zorlanmaya başladı. Abdullah Gül veBülent Arınç’ın dahi bu süzgeçte linç edilmeye çalışıldığını gözönünde tutarsak Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmenine 'paralel', Beyazıt Öztürk'e 'terörist' dendiği bir ortamda benim gibi bağımsız isimlerin kavgada yumruk yemeleri de normaldi.
2011 yılından itibaren Parti’ye dönük eleştirilerimi nezaket ve etik kuralları içinde ifade ettim. Bu uyarılarımın pek çoğu gerçek çıktı ve Türkiye bu nedenle büyük bedeller ödedi, hala da ödemeye devam ediyor. Buna rağmen beklentisiz uyarılarım birileri tarafından düşmanca yansıtılmaya devam edildi. Bunun sonucu olarak ağır bedeller ödedim. Bir merkezden ismim karalanmaya, etiketlenmeye, yaftalanmaya çalışıldı. Yaftalamada herşeyi denediler, ancak atılan çamurlar üzerimde durmadı, insanların ezici bir çoğunluğu benim samimiyetime inandılar. En son geldiğimiz noktada bana ‘paralelci’ diyecek kadar ileri gittiler. Bunlara gülüp geçiyorum, ancak ülkenin pekçok kurumunun ‘paralel’ suçlamalarıyla ‘paralelize edilmiş olması’, yani felç edilmesi işleri daha da zorlaştırıyor.
Bugüne kadar hiçbir cemaat veya dini gruba üye olmadım. Bunun en önemli nedeni asi ve uyumsuz karakterim. Yanlış gördüğümü beklentisiz ve doğrudan söylüyor olmam başıma heryerde iş açtığı gibi bu tür oluşumlarda yer almamı da imkansızlaştırıyor. Bu demek değil ki bu gruplardan arkadaşlarım yok, elbette var. Ayrıca bahsi geçen grupların doğru yaptıklarını alkışlamak, yanlışlarını tenkid etmek yönlerimde var…
Dediğim gibi, bahsettiğim süreci sadece gözlemci olarak değil, onun kurbanlarından biri olarak da yaşadım ve yaşıyorum. Hatta diyebilirim ki, bu yazıdan sonra yine gözaltına alınırsam, hapsedilirsem veya başka yaptırımlar ile karşılaşırsam biliniz ki süreç tam yol ilerliyor ve Türkiye buzdağına doğru yol alıyor demektir.