Selefi mi, Selefi yok saymak mı?

“ İstanbul-Ümraniye, Mekke’den daha selefi.” Bu cümleyi Tahsin Görgün, “Modernleşme, Protestanlaşma, Selefilik” konulu bir sempozyumda kullanmıştı. Görgün hoca bu konuşmasında Modernizm ve Selefiliği karşılaştırırken önemli tespitlerde bulunuyor. Modernistlerin geçmişe, tarihe ait her şeyi yok sayan anlayışıyla, Vehhabilik/Selefiliğin; geleneği, medeniyet ve düşünce birikimini yok sayan anlayışının örtüştüğünün altını çizmekte. Bu konuyla ilgili olarak  “Usulsüz Metincilik; Tarihselcilik veya Seleficilik arasında Çağdaş İslam … Selefi mi, Selefi yok saymak mı? Devamı »

Eklenme Tarihi: 21 Tem 2022
10 dk okuma süresi
Güncelleme Tarihi: 21 Tem 2022
Selefi mi, Selefi yok saymak mı?

“ İstanbul-Ümraniye, Mekke’den daha selefi.”

Bu cümleyi Tahsin Görgün, “Modernleşme, Protestanlaşma, Selefilik” konulu bir sempozyumda kullanmıştı. Görgün hoca bu konuşmasında Modernizm ve Selefiliği karşılaştırırken önemli tespitlerde bulunuyor. Modernistlerin geçmişe, tarihe ait her şeyi yok sayan anlayışıyla, Vehhabilik/Selefiliğin; geleneği, medeniyet ve düşünce birikimini yok sayan anlayışının örtüştüğünün altını çizmekte.

Bu konuyla ilgili olarak “Usulsüz Metincilik; Tarihselcilik veya Seleficilik arasında Çağdaş İslam Düşüncesi” başlıklı yazısında (Modernleşme Protestanlaşma ve Selefileşme-İSAR Yy.) Prof. Recep Şentürk de şöyle diyor;

“Görünüşte birbirine zıt gibi görünen bu iki akım dört ortak özelliğe sahiptir;

– nassların (kitap ve sünnet) usulsüz veya metotsuz yorumu ya da batıdan ithal metotlarla yorumu,

– İslam medeniyet birikiminin reddi,

– içten laikleştirmeye hizmet,

– İslam’ın; metafizik, etik ve estetik alanlarının ihmal edilmesi.(Bu alan “tahsiniyyat” olarak isimlendirilmiştir.)

Bu akımlardan düşünce veya düşünür çıkmaz zira bu akımlar metotsuz düşünce üretmeye çalışan, tutarlı bir medeniyet tasavvurundan uzak, medeniyet bilinç ve vicdanından yoksun akımlardır.”

İslam düşüncesinin üç ana damarı olan fıkıh, kelam ve tasavvufa karşı çıkarken bu ekollerin ortaya koyduğu birikime ve bu temeller üzerine inşa edilmiş olan İslam medeniyetine de karşı olmaları dikkat çekicidir. Tahsin hoca konuşmasında; ilk ortaya çıktığı yıllarda İslam dünyasını parçalamaya çalışan İngiliz ve Fransızlar tarafından Vahhabilik’in nasıl parlatılmaya çalışıldığına özellikle dikkat çekiyor. Bu propaganda günümüzde de devam ediyor. Şia dünyasında Ahbari İngiliz şiileri parlatılırken, sunni dünyada selefilik-vahhabilik parlatılmaya devam ediyor. Her iki akımla da islami bir dünyanın inşası mümkün değildir.

Kısaca “yeniden selefin akidesine ve yaşantısına dönmek” şeklinde özetlenen Selefi-Vahabi düşünce sahiplerine şunları sormak gerekiyor;

-Günümüzdeki sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkiler; yaşantılar sahabe ve tabiin dönemindeki gibi mi?

-Günümüzün ekonomik siyasi, sosyal, felsefi sorunlarına verecek hangi cevapları var?

-Kelami konuların tartışılmasını bile bidat sayan bir anlayış günümüzün hangi felsefi ya da kültürel tartışmasına katkı sunabilir?

-Felsefe ve kelam okunmasını bile caiz görmeyen bir anlayış günümüze dair ne üretebilir?

Biraz daha geniş bir zaviyeden meseleye baktığımızda geçmişteki Suudi-Vehhabi ittifakı ve bu ittifakın İngilizler tarafından destek görmesinin etkileri günümüze kadar gelmektedir.

Medyanın oluşturduğu gündemle Ortadoğu’da, Şii hilali-İran etkisi, şii yayılmacılığı vb. hakkında herkes konuşurken, hiç kimse bugün hala düşünce dünyamızı dahi etkisi altında bulunduran Vahabi/Selefi etkiyi gündeme getirmiyor. Ortadoğu’dan uzak doğuya, oradan Afrika’ya kadar uzanan en az elli-altmış yıllık Vehhabi yayılmacılığını kimse konuşmuyor. Bunun sebebi, aktif olarak bu selefi örgütlerin ABD politikaları doğrultusunda kullanılmaları, neyi konuşacağımızı küresel güçlerin belirlemesi değil mi?

Cumhuriyet Modernleşmesinin Osmanlı’dan tevarüs ettiğimiz mirası yok etmesiyle; altmışlı, yıllardan itibaren Selefi/Vahhabi yorumun geçmişi yok sayan anlayışındaki ortaklığı görmek gerekiyor.

O yıllarda tek parti iktidarından yeni kurtulmuş olan insanımızın; İslam’a susamış olmasının getirdiği İslami yönelimin sahih bir damara yönelmesi engellenip selefi/vahhabi etkilerle o yöne doğru kanalize edilmesi ayrıca konuşulmalıdır.

Suud‘un altmışlı-yetmişli yıllarda hem ülkemizdeki hem de tüm dünyadaki selefi yayılmacılığına çok dikkat etmek gerekir. Bugün hala pek çok yazar-çizer, hoca, kanaat önderinin en baskın ezberlenin başında bu yayılmacılığın etkilerini görmek mümkündür. Mesela halen Müslümanlar arasında yaygın olarak etkisini gösteren tasavvuf aleyhtarlığının/karşıtlığının, gelenek düşmanlığının Amerikancı sağcılığın en önemli sebebinin bu Selefi/ Vehhabi etki olduğunu düşünüyorum.

Bizim hiçbir mezheple, hiçbir meşreple, hiçbir ekolle bir problemimiz-düşmanlığımız olmamalıdır. Selefi olmak da; en genel anlamıyla “Peygamber(as) sahabe ve tabiinin yolunu sürdürme” ve “sahih İslami geleneğe tabi olmak” anlamında övülmesi gereken bir tutumdur. Ancak günümüzde “Selefilik” denen akım sapık Vahhabi ve Harici anlayışı gizleyen bir maske olarak kullanılmaktadır. Bu noktayı önemli buluyoruz.

Bir insanın şu veya bu mezhebe-meşrebe mensup olması ya da ilmi müktesebatından ziyade önemli olan; bu sahip/mensup olduklarının kendisini neye sevk ettiğidir, bunlarla ne ürettiğidir.

Selefilik- Vehhabilik geçmişte Osmanlı’ya karşı “Osmanlı saltanat rejimidir, İslam devleti değildir” diyerek İngilizlerle işbirliği yaptı. Aynı düşünce bugün de Mısır’da Amerikancı Sisi darbesini destekliyor. Selefi Nur Partisi Mısır halkının %25 oyuna sahiptir ve kendilerini “Selefi” olarak isimlendiriyorlar. Bu akım İhvan-ı Müslimin’in İslam anlayışını sağlıklı görmemektedir. Yani Müslümanlara karşı Amerikan darbesine destek olabiliyorlar. Aynı anlayış Müslümanların yüz akı direniş hareketlerinden biri olan Hamas’ı seçimlere girdiği için tekfir etmiş ve Gazze’de Hamas’a karşı cihat ilan edebilmişlerdir.

Yine yakın dönemde ehli kıble olan Şii Müslümanlara karşı, ehli kitap olarak gördükleri Amerika ve İsrail ile işbirliğini normal görmekteler. Ehli kıbleye ve Müslüman halka karşı tavırları “bunlar mürtettir, kafir ve müşriktirler” şeklinde iken Amerika ve İsrail’e yaklaşımları “bunlar ehli kitaptır” şeklindedir. Maalesef bir selefi için “bir Şii, bir Yahudi’den daha kötüdür.”(Bir selefi bir Yahudi’den daha kötüdür diyen “İngiliz Şiilerini” de unutmuyoruz.) Yani geçmiş dönemde haricilerin ehli kıble olan Müslümanları tekfir edip onlara her türlü şiddeti uygularken; ehli kitap olan Hristiyanlara yumuşak davranmasıyla, bugünkü selefilerin bu davranışlar birebir aynıdır. Hariciliği örten bir maskedir; bu günkü selefilik…

Vehhabi/Suud Rejiminin desteklediği Selefi/Harici gruplar ABD’nin de desteğiyle; hem kendileri gibi olmayan Müslümanlara karşı, hem de birbirlerine karşı Allah-u Ekber nidalarıyla savaşmayı meşru görebiliyorlar. Bunun yaygın ve acı örneklerini Suriye’de gördük. Suriye’deki savaşta selefi gurupların kullanılması üzerinde durmak gerekir. Bu konu aslında “Kissinger Doktrini” ile ilgilidir.

Kissinger doktrindeki; “bölgesel güçlerin kendi aralarında çatıştırılarak Amerikan politikalarının uygulanması ve ABD askerinin harcanmaması” maddesine bir de buradan bakmak gerekiyor. Kanaatimiz odur ki bu selefi gruplar eliyle Amerika Kissinger Doktrinini fiilen uyguluyor. Esat rejimine karşı cihat ettiğini düşünen grupların tamamına yakınının selefi olması, Suud tarafından ve tabii ki ABD tarafından da destekleniyor olması bir şey ifade etmiyor mu?

Meselemiz, Müslümanların küresel güçler ve Suudi rejimi tarafından kullanmalarıdır.

Meselemiz hem kültürel anlamda İslami geçmişin ve hafızanın yok edilmesi, hem de İslam coğrafyasının Müslümanlar eliyle harabeye çevrilmesidir. Günümüzde Irak, Libya ve Suriye; ABD ve Batı politikaları doğrultusunda, “cihat, zalimlerle savaşmak” adına, bu maskeyle selefi gruplar eliyle tarumar edilmiş, şehirleri yıkılmış, müzeleri ve kütüphaneleri yağmalanmıştır.

Bu “Seleficilere” göre, zaten kütüphanedeki kitaplar da müzelerdeki kültür de yakılıp yok edilmelidir; tıpkı Mekke ve Medine’deki İslami geçmişe dair her şeyin yok edilmesi gibi. Belki sadece hadis külliyatı ve rivayet tefsirleri bu yakıp yıkmadan, talandan kurtulabilir. Rivayet tefsirleri dışındaki tefsirlere de bu selefici-tekfirci-harici kesimlerin tahammülü yoktur. İlginç bir şekilde modern emperyalizmin kütüphaneleri yağmalayıp talan etmesi-çalması- ve kültürel dokuyu yok etmesiyle, modern Türkiye’nin kurulduğu yıllarda geçmişi yok etmeye çalışmak ve kitap yakmakla bu “seleficilerin” davranışları biraz farkla aynılık arz etmektedir. (biraz fark şurası; emperyalistler kitapları yağmalayıp ülkelerine götürürken bunlar yakmakta) Müslümanların İslami hafızalarına dair ne varsa tamamı Vahhabi Suud iktidarı tarafından yok edilmektedir. Mekke’de Kabe’den başka ne kaldı? Üstelik Kabe de etrafındaki beş yıldızlı otellerin çok katlı yüksekliği ile azameti yok edilmiş yani olabildiğince küçültülerek bırakılmıştır. Bu zihniyet Müslümanların siyasi birliğini, gücünü simgeleyen Kabe’yi ve hac ibadetini bu duruma getirmiştir.

Başlangıçta sahabe ve tabiin döneminde kelami konularla ilgili tartışmalara katılmayıp; özellikle “Allah’ın sıfatları ile ilgili ayetlere –yorum yapmadan-olduğu gibi inanmak” şeklinde akidevi bir boyutu olan Selefilik, günümüzde sadece hadise bakıp onunla amel etmeyi öne çıkarmaktadır. Bu durumu meşrulaştırmak için kullandıkları dayanak ise başta Hanbelilik , İbn Teymiyye ve ibn Kayyım’ın amelde taklitle ilgili görüşleridir. Ayrıca İmam Şafii’ye atfedilen “benim görüşüme ters bir sahih hadis görürseniz onu alın görüşümü terk edin” cümlesini de devamlı kullanırlar. Tabiidir ki bu cümlenin muhatabı öncelikle fakihlerdir.-Bir hadisin sahih mi zayıf mı olduğunu ayırt edemeyecek cahiller değil-

Ancak ustaca bir saptırmayla günümüzde direk hadisle amel etmeyi öne çıkarıp bunun da Hazreti Peygambere ve sahabeye uymak olduğunu savunmaktadırlar. Özellikle bu ekolün öne çıkardığı iki isim olan İbn-i Teymiyye ve İbni Kayyım’ın amelde taklidi uygun görmemeleri burada hatırlamalıdır. Yani bir müctehit imamın, bir fakihin taklidi bunlara göre caiz değil. Peki caiz olan ne? Hadisi okuyup onunla amel etmek!

Halbuki ahkama ilişkin bir konuda ayet veya hadisle amel etmek de, gereken hükmü çıkarmak da, fıkıh usulü ile yapılacak bir ameliyedir ve müçtehidin işidir. İçtihadi seviyeyi gerektirir. Hadisin maksatlarını bilmeden illetine-sebebine bakmadan bir hadisle amel etmek sahabe döneminde bile yapılmamıştır.

Bu konuya dair Şatıbi’nin düşünceleri genel anlamda bizden önceki selefimizin, fakih ve müçtehitlerimizin görüşünü yansıtır.

Ona göre ;” Genelde dinin, özelde hukukun gayelerini tespit etmek ve bu gayelerin (uygulama) faaliyetinde dikkate alınması önemli bir yer tutar.”

“Şatıbi’ye göre İslam hukukunun bütün hükümleri bir istikraya tabi tutulup incelendiğinde bu hükümlerin tamamının kulların maslahatlarını gerçekleştirmeye matuf, bir hikmete mebni ve bir illetle muallel olduğunu tespiti yapılabilir. Şari’in vaz ettiği hükümlerin maksatlarına özel bir önem atfeden Şatıbi; bu hükümlerin maksatlarını bilmeyi içtihadın birinci şartı olarak, bu maksatlara dayalı bir istinbat/hüküm çıkarma gücüne sahip olmayı da ikinci şartı olarak zikretmiştir. El Muvafakat isimli eserinde bunlar üzerinde uzunca durur “Şari’in şeriatı koymasındaki kastı, şeriatın kolayca anlaşılabilir olması , teklif, şariin mükellefin şeri hükümler altına girmesindeki kastı ve mükellefin maksadı gibi hususları ayrıntılı olarak inceler.”

Şatıbi kuran ve sünnete bu perspektifle baktığı için “müslümanların ihtiyaçlarını ve değişen şartları dikkate alan ve maslahata dayanan fetvaları da dönemin Maliki mezhebi görüşlerinden zaman zaman farklılık teşkil etmiştir.”İslam Düşünce Atlası. İLEM.c.2 sh555/556

Bu konuda aydınlatıcı olacağını düşündüğümüz bir örnek vermek istiyoruz. Birkaç yıl önce bir kanun çıktı ve bu kanuna göre (trafik kanunu 74.madde) yayalara trafikte geçiş önceliği tanındı. Bu kanunu duyan herkes ışıkların olduğu yerlerde veya kırmızı ışığın yandığı yerde bile “benim geçiş önceliğim var” deyip yola atladıklarını görüyoruz. Trafikte araç kullanırken bir kaç kişiye ;”niçin geçmeye çalışıyorsunuz, bakın size kırmızı yanıyor” dediğimde, “benim geçiş önceliğim var” deyip kestirip attıklarına şahit olduk. Halbuki bu kanunun çıkış amacı şudur; trafik polisinin veya ışıkların olmadığı yerde yani ara sokaklarda, trafik lambasının olmadığı yerde, okul yakınlarında yayanın geçiş önceliğini düzenlemek… Ayrıca trafik lambalarına yakın da olsa bazı yerlerde; özellikle yayaların geçebileceği üst/alt geçit olmayıp da geçiş için çokça kullandığı, yerlerde de geçiş önceliği söz konusudur. Mesela Ankara’da bu tür geçiş yerlerinde özellikle belediyeler dikkat çekecek şekilde “önce yayalar” yazısını asfalta yazarak trafikte seyreden araçları uyarmakta…

Konumuza dönecek olursak bir selefinin mantığı işte tam da böyle işliyor, böyle çalışıyor. Bir hadise, bir hadisin metnine bakıp; onun amacını, hedefini, maksadını hangi amaçla bu düzenlemenin yapıldığını bilmeden cahil yayanın her durumda yola atladığı gibi; “biz hadisle amel ediyoruz, peygambere tabi oluyoruz” diyorlar.

Bu selefici kesimin kendilerine Kuraniyyun denilen “mealci “fırka ile hiçbir farkı yoktur. Bir kısmı “biz sadece kurana -meale- bakarız” derken, diğer kesim ,”biz sadece hadise bakarız” diyorlar. Her iki hareket de modernist olup geçmiş İslami müktesebatı, medeniyeti, geleneği yok saymaktadır.

İslami geçmişimizi, İslami hafızayı yok saymak, ya da her şeyi sadece bir ekol ya da mezhepten ibaret görmek -Hanbelilik veya Şia fark etmiyor- ve diğer mezheplerin yok sayılması İslam dünyası için ciddi bir tehlikedir. İslam’ın; Kitap ve Sünnet’in sınırları içerisindeki bütün ekoll ve mezhepler eşit derecede meşrudur.

Geçtiğimiz günlerde Kudüs’ü ziyaret edip dönen bir kardeşimizin şu cümlesi oldukça manidardır; “bir hac ve iki umre yaptım ama üç dört günlük Kudüs ziyaretindeki manevi havayı ne hacda ve ne de umrede teneffüs etmedim.” Bu samimi bir itiraftır ve gerçeğin ifadesidir. Kudüs’teki tarihi hafıza ve bunu sizde canlandıracak ögeler olduğu gibi durmaktadır.

⁃ Bir kapıdan giriyorsunuz; “Hazreti Ömer bu kapıdan Kudüs’e girdi” diyor, rehberiniz…

-Biraz sonra geçtiğiniz sokak Hazreti İsa’nın yürüdüğü sokak ve üzerine bastığınız taşlar onun üzerinde yürüdüğü taşlar.

-Veya “Selahattin-i Eyyubi buradan Kudüs’e girdi” diyerek bir kapıyı gösteriyorlar.

-“Hazreti İsa bu kilisede doğdu” diyor bir görevli.

-Büyükçe bir kayanın tonlarca ağırlığa rağmen havada asılı durduğunu görüyorsunuz. Bütün kayalar yerçekimine boyun eğip yeri gösterirken, o kaya sanki yerden ziyade göğü işaret edercesine havada durmakta. Yerçekimine rağmen göğü işaret eden o kaya Hazreti Peygamber’in miraca çıktığı yer.

-Az ilerde bir duvara merbut büyükçe bir demir halka görüyorsunuz, “burası Hazreti Peygamber’in Burak’ı bağladığı yer” diyorlar.

Neredeyse zaman tüneline girmiş ve o tünelde ilerliyorsunuz gibi. Siyerde okuduklarınız sadece hafızanıza hücum etmiyor, sanki o tarihe bizzat gidiyorsunuz. Bu sizi kuşatıyor ve geçmiş size kendisini hatırlatıyor; bir taş ile bir taş yolla, bir kapıyla, bir duvarla, ya da demir bir halkayla…

Ama Mekke’de ya da Medine’de eski haliyle bu geçmişi size anımsatacak hiçbir iz bırakılmadı. Vahhabi-Selefici-Harici anlayışın Müslümanlara yaptığı en büyük ihanet budur. Kabe’nin azametini bile özellikle küçülttüler; etrafındaki binalarla…

Allah’ın şiarlarını yüceltmeleri gerekirken onlar taştan/betondan putlarını yüceltiyorlar. Hz Peygamberin yıktığı ve Kabe’nin içinden temizlediği tahtadan, taştan putları şimdi Kabe’nin içerisine değil çevresine dikiyorlar. Sermayeyi eskiden Kabe’nin içindeki putlarla yüceltip insanları kandırıyorlardı, şimdi çevresine dikilen büyük putlarla yüceltip insanları kandırıyorlar.

Mekke’nin yeniden fethedilmesi ve putlardan temizlenmesi gerekiyor.