Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Diyanet Akademisi Başkanlığı 1. Dönem Aday Din Görevlileri Mezuniyet Merasimi’nde yaptığı konuşmadaki “Şeriata düşmanlık, esasında dinin bizatihi kendisine husumettir” şeklindeki sözlerini duyunca “şeriat” kelimesinin nasıl bir anlam ifade ettiğine bakma ihtiyacı hissettim. İslam ansiklopedisinde sözlük anlamı olarak şeriat şöyle tanımlanıyor: “Bir yöne doğru açılarak uzayıp gitmek, açık olmak; açık hale getirmek” anlamlarındaki şer‘ kökünden türeyen şeriat (çoğulu şerai‘) ve şir‘at kelimeleri “insanlaair max 97 sale custom paintball jerseys cheap football jerseys arizona state jersey yeezy shoes women custom youth nfl jersey custom triathlon jersey iwona wig custom baseball jerseys nike air max 90 futura air jordan 4 retro military black nike air max 270 sale nike dunk nfl jersey mls kansas state jersey rın ya da hayvanların su içtiği, açıkta olan ve kesilmeyen akarsu; bu suya giden yollar” manalarına gelmektedir.” Kısacası, takip edilen yol anlamında da kullanılmaktadır.
Kuşkusuz “şeriat” kavramı, çok daha kapsamlı bir araştırmayı gerektiriyor. Ancak biz Ebu Hanife’nin yaklaşımının altını çizmekle yetineceğiz. Bilindiği gibi Ebu Hanife, din ve şeriata iki ayrı kavram olarak bakmaktadır.
Ebu Hanife el-ʿÂlim ve’l-müteʿallim adlı risalesinde, peygamberlerin getirdikleri dinin tek, şeriatların ise muhtelif olduğunu söylemektedir. Bu eserde, şeriatın değişime konu olabilen hükümler anlamına da vurgu yapılmaktadır.
Buradan hareketle Ebu Hanife’nin din ve şeriat ayırımı yaptığı ve şeriatı dinin mahiyetinden ayrı düşündüğü sonucuna varabiliriz. Bu yaklaşıma göre, insanların birbiriyle ilişkilerini normatif olarak düzenleyen hukuk, dinin tanımında ve unsurları içinde yer almamaktadır. Ancak, hukuk genel olarak din ile irtibatlı olarak düşünülebilir ve dinin üç temel unsurundan her biriyle ayrı ayrı bağlantılandırılabilir. Buna göre, lafızları bakımından amaç olmayan hukuki düzenlemeler, özellikle ahlaki hükümlerin değişik zaman ve zeminlerde gerçekleştirilmesine hizmet eden normatif düzenlemeler olmaları yönüyle belli ölçülerde değişmeye ve dolayısıyla insanın belirlemesine açıktır. Bu yönü itibariyle hukuk biçimsel olarak, temel yapısı ve mahiyeti itibariyle akıl üstü ve dogmatik olan dinin kapsamında yer almamaktadır. İlhami Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, 23-32.)
Kısacası din sabittir, bir bakıma fıkhi normlar olarak ifade edilebilecek olan şeriat ise tarihsel süreç içinde değişime açıktır. Ve ayrıca da fıkıh Allah’ın emri değil, Kur’an ve sünnetin ışığında insanların hayatını kolaylaştırmak üzere üretilen metinlerdir.
Maalesef tarihten günümüze vahiy ve akıl arasındaki dengenin bozulmasında ciddi problemler yaşandığı için İslam’ın kolaylaştırıcı ilkesi bir tarafa bırakılmış ve her şeyi İslam’la özdeşleştirme çabası içine girilmiştir. Bunun sonucu olarak da sanki din bir ‘şeriat devleti’ modeli öneriyormuş gibi Müslüman zihinler, dinde karşılığı olmayan ‘şeriat devleti’ hayaliyle ipotek altına alınmıştır.
Ne yazık ki Türkiye dahil pek çok İslam ülkesindeki özellikle İslamcı yazarlar, cemaat ve tarikat yapıları ütopik ‘şeriat devleti’ hayalinden bir türlü kurtulamadılar. Öyle ki İslam devleti gelince her şeyin güllük gülistanlık olacağına inanan bu kesimlerin 1970’li, 80’li ve 90’lı yıllarda dillerinden düşmeyen bir sloganı bile vardı: “Şeriat gelecek, vahşet bitecek.”
Böylesine palavra hayallere dayanan bir anlayış olabilir mi? Ama biliyoruz ki Türkiye ve diğer Müslüman ülkelerde dindar kitlelerin zihin dünyaları, yıllarca bu tür ucuz sloganlarla ipotek altına alınmış ve onlara adeta sürü muamelesi yapılmıştır.
Her ne kadar şimdilerde, bu tür sloganların sodası geçmiş olsa da belli cemaat ve tarikat yapılarında hala bir ‘şeriat devleti’ özleminin olduğu da bir gerçek…
Eğer günümüzün Müslüman toplumlarının, içine düştükleri çaresizlikten kurtulmak gibi bir niyetleri varsa, kısacası bilimde, teknolojide, kültürde, sanatta bir varlık göstermeyi gerçekten istiyorlarsa, öncelikle bu ütopik ‘şeriat devleti’ hayallerinden vaz geçmek zorundadırlar.
Ayrıca unutmamak gerekiyor ki bu ütopik hayaller, günümüzde pek çok İslam ülkesini yöneten despotları meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Kaldı ki Müslümanların oluşturacağı bir devlet, çoğulculuğa dayalı bir özgürleştirme projesi olmak durumundadır. Ve bir arada yaşamanın en temel özelliği ise eşitlik ve adalettir.
Bu çerçevede, Abdulvahhab el-Efendi’nin şu tespitinin altını çizmekte yarar var: ”Günümüz İslam siyasi düşüncesinin en önemli yanılgısı, İslami ilkelere dayalı bir devletin, halkı İslam’a göre yaşamaya zorlama hakkına sahip bir devlet olduğu yolundaki yanlış kanaattir. Aslında İslami bir siyasi toplumun amacı, Müslüman fertlerin İslam’a göre yaşayabilmelerine imkan vermektir ve onları İslam’a bağlılıktan saptıracak baskılardan kurtarmaktır.”