İşte Furkan Nesli Dergisi’nin 88. sayısında yer alan metin;
“Hapishanede her gece gençlerden, yaşlılardan ve kadınlardan oluşan grupları karşılardık. Bize “Bunlar aleyhimize Yahudilerle iş tutan hainlerdir! Kesinlikle bunların sırlarını ortaya çıkartmalıyız. Bunun tek yolu onlara şiddetli işkenceden geçer” diyorlardı. Bu ‘vatanî ve kutsal söylem’ onları coplar ve sopalar altında saatlerce inletmemize yetiyordu.
Biz bu eziyet ve işkenceleri vatan adına ve mukaddes bir iş yaptığımız inancıyla yapıyorduk!
Ancak bir müddet sonra kendimizi garip bir halde bulduk. Bize ‘hain’ diye takdim edilen bu insanlar gece yarıları kalkıp ibadet ediyor ve Allah Azze ve Celle’nin zikri dillerinden düşmüyordu. Hatta bazıları şiddetli cop darbelerinin ve saldırgan köpeklerin pençeleri altında can verdikleri halde yine de yüzleri gülüyor ve dillerinden Allah’ı zikri ve istiğfar eksik olmuyordu…
Gördüklerimizden çok etkilendik ve bu şekilde sabah-akşam Allah’ı zikreden bu insanlar, Allah düşmanlarıyla (Yahudilerle) iş tutan hainler olamazlar dedik ve imkân buldukça bunlara yardım edip onların eziyet ve işkencelerini hafifletme konusunda aramızda anlaştık.
Hapishanede bize tevdi edilen en son görev tek başına bir hücrede kalan bir kişiyi gözetleme görevi idi. Bize bu kişinin en tehlikeli kişi olduğunu, bütün bu terör işlerini onun düşünüp organize ettiğini, dolayısıyla çok dikkatli olmamız gerektiğini sıkıca tembih ettiler! Sonra anladık ki, bu kişi büyük mütefekkir Seyyid Kutub’tan başkası değildi. Kendisine uygulanan işkence ve eziyet her halinden belliydi.
Davasına bakan Askerî Mahkemeye güçlükle gidebiliyordu. Sabaha karşı, son derece teçhizatlı askerler tarafından korunan hükümet yetkilileri eşliğinde, askeri arabalarla idamın yapılacağı alana gittik. Biz yürümekte güçlük çeken Seyyid’in kollarına girmiştik.
Seyyid Kutub ve arkadaşları için darağaçları önceden hazırlanmıştı bile.
Darağaçlarındaki ipler mahkûmların boyunlarına geçirildi. İdamlıkların ayaklarının altındaki sehpayı çekecek ve infaz işleminden sonra siyah bayrağı kaldıracak görevliler de titizlikle yerlerini aldılar ve işaret beklemeye başladılar.
O anlar hiç unutamayacağımız anlardı…
Seyyid Kutub ve arkadaşları birbirini kutluyor, ebediyet cennetinde Hz. Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşmayı müjdeleşiyorlar ve sözlerini ‘Allah-u Ekber ve Lillahil hamd’ diyerek bitiriyorlardı.
Nefeslerin tutulduğu o korkunç anda, aniden bir araba geldi ve içinden üst rütbeli bir subay indi. Cellâtlara durun dedi ve Seyyid’in yanına yaklaşıp görevlilerden Seyyid Kutub’un gözlerindeki bandajın çözülmesi ve boynundaki ipin çıkartılmasını istedi.
Seyyid Kutub’a yaklaşarak, titrek bir sesle: “Ey kardeşim! Ey efendim; ben merhametli ve hoşgörülü Reis Abdunnasır tarafından sana hayatını bağışlamak üzere gönderildim. Sadece bir cümle yazacaksın, sonra kendin ve şu arkadaşların için istediğine nail olacaksın. Subay daha Seyyid’in cevabını beklemeden, hemen dosyayı getirdi ve: “Ben hata ettim. Özür diliyorum!” diye yazacaksın, hepsi bu Efendim…
Seyyid o sevinç dolu gözlerini kaldırdı…
Yüzünde tasviri güç bir tebessüm vardı… Bütün görenleri hayran bırakacak bir huzur ve sükûnet içerisinde, subaya dönerek şöyle dedi: “Yazmaya başla! Ben kesinlikle ebediyen silinmeyecek bir yalan ve utanç lekesi karşılığında rezil bir hayatı tercih edemem!”
Subay üzüntülü bir ses tonuyla: “Ancak efendim, bu ölüm!” dedi.
Seyyid: “Allah yolunda ölüme merhabalar olsun” diyerek kararlılığını ortaya koydu.
Artık sözü uzatmanın bir manası kalmamıştı.
Subay infaz için işaret verdiğinde La ilahe illallah, Muhammedurrasulullah sadaları göklerde yankılanıyordu.”