Meltem Kural yazdı…
Felaketler etkileyici bir birleştirici güce sahip. Siyasi veya ideolojik anlamda hiçbir ortak noktanızın olmadığı, hatta normal şartlarda bir araya gelmeyi bile düşünemeyeceğiniz insanlarla bir felaket sonrası kendinizi aynı mekân ve duygusal zeminde bulursunuz. Konuşacak tek kelimenizin olmadığını var saydığınız insanlarla hayat hikayenizi, derdinizi ve ekmeğinizi paylaşırsınız. Felaketler aynı zamanda benzeri olmayan bir eşitleyicidir. Zengin-fakir, işçi-patron, yerli-yabancı arasındaki yapay sınırları kaldırır. Herkes aynı acının etrafında sıfırlanır. Zira insan olarak hayatta kalabilmek için gereken asgari ihtiyaçlar ayrım gözetmeksizin herkes için geçerlidir. Sıfır noktasında buluşan bir inşaat işçisi de bir uçak mühendisi de aynı fiziksel ve duygusal ihtiyaçlara sahiptir. Şartların herkes için aynı olduğu böyle bir durumda, sonradan kazanılan tüm tanımlamalar yitirilir ve sadece “insan olma” ortak paydası altında buluşulur.
Felaketler Sınır Tanımaz
İnsanların arasına sonradan çizilen sınırları kaldırdığı gibi, felaketler birbirine yakın ama tel örgülerle birbirinden ayrılmış coğrafyalar arasındaki sınırları da yok sayar. Tıpkı merkez üssü Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçeleri olan 7.7 ve 7.6 şiddetindeki depremlerin Türkiye’nin güneyindeki 11 ilin yanı sıra Suriye başta olmak üzere komşu ülkelerde de hissedilmesi gibi. Bu gerçek bize hem insanlar hem de ülkeler arasına insanın cüzi iradesiyle çekmiş olduğu sınırların ilahi planda hiçbir karşılığının olmadığını hatırlatır.
Türkiye’de büyük yıkıma ve can kaybına neden olan deprem felaketi Suriye’nin kuzeyindeki şehirlerde de binlerce kişinin enkaz altında kalmasına ve hayatını yitirmesine yol açtı. Türkiye’de depremin etkili olduğu illerde yaşayan yaklaşık 2 milyon Suriyeli mülteci de bölgedeki herkes gibi felaketten ciddi şekilde etkilendi. Bombalarla başlarına yıkılan evlerinin enkazından çıkarak kendilerine yeni bir hayat kurma ümidiyle sığındıkları Türkiye’de bu defa da nefret söylemi ve depremin neden olduğu enkazın altında kaldılar.
Son yıllarda güçlü bir şekilde hissedilen ekonomik sıkıntıların halkta oluşturduğu öfke ve yılgınlık, bu kitlesel ruh hâlinden siyasi çıkar elde etmek amacıyla mültecileri bir propaganda aracı hâline getiren siyasilerin de etkisiyle Türkiye’de güçlü bir göçmen karşıtlığı oluşturmuş durumda. Bundan en çok etkilenen kesim ise sayı itibarıyla ülkedeki en kalabalık grubu oluşturan Suriyeli göçmenler. Türkiye’de resmî rakamlara göre 3 milyon 535 bin Suriyeli göçmen yaşıyor. Her ne kadar unutulmuş gibi görünse de gerek fiziki yakınlığımız gerek tarihe dayanan kültür ve akrabalık bağlarımızla Suriye bize hiç de yabancı bir coğrafya değil. Aynı şey esasında Türkiye ile sınır komşusu olan diğer ülke halkları için de geçerli. Zira yüzyıllarca bir arada yaşamış, barış ve savaş zamanlarında kader birliği etmiş halkların, ulus devlet anlayışının öne çıkmasıyla harita üzerinde aralarına çizilen çizgilerin sonlandıramayacağı köklü ortak geçmişleri var.
Suriye ve Türkiye sınırının 20 Ekim 1921’de Fransız işgal kuvvetleriyle yapılan antlaşmayla belirlenmiş olması bile bu sınırların ne derece suni olduğunu anlatmaya yetiyor. Sinan Çetin’in Suriye ile Türkiye sınırının belirlenmesiyle ikiye bölünen bir köydeki insanların dramını konu alan siyasi komedi türündeki Propaganda filmi tam da bu konuyu mizahi bir dille anlatıyor. Bununla birlikte, insanların hayat gerçekliklerini önemsemeden iki ülke arasına çekilen ve yüzyıllardır bir arada yaşamış akrabaları ve komşuları, iç içe geçmiş evleri ve sokakları birbirinden ayıran siyasi sınırlar aradan geçen yüz yılda zihinlere ve duygulara da sirayet etmiş olmalı ki bugün pek çok insanın ortak bir geçmişe sahip olduğumuz gerçeğini duymaya tahammülü bile yok.
Hepimiz Potansiyel Birer Mülteciyiz
Savaş muhabirliği yapmış gazetecilerin daha önce Suriye ve Afganistan gibi yıllardır iç savaşın sürdüğü ülkelerde bile bu derece bir yıkıma şahit olmadıklarına dair açıklamaları deprem bölgelerindeki tahribatın boyutunu ortaya koyuyor. Gerçekten de mevcut hâliyle bombalanmış izlenimi veren afet bölgelerini gören her insan, kendisine ait olduğu ve hep öyle kalacağı yanılgısına düştüğü her şeyin bir anda yerle bir olabileceği gerçeğiyle yüzleşiyor: Herkes her an her şeyini yitirebilir. Herkes her an “sığınmacı” olabilir.
Hâl böyleyken sosyal medyaya yansıyan “yağmacı” oldukları iddiasıyla darp edilen Suriyeli ve Afgan mültecilerin görüntüleri, aslı olmayan iddialarla zaten depremde travmatize olmuş öfkeli insanları mültecilere karşı kışkırtarak nefret pompalayan siyasiler, barınma ve yardımlara erişim konusunda mültecilerin dışlandığına dair gelen haberler bazılarının acıda bile hiyerarşi gözetecek kadar insanlığa yabancılaştıklarını gösteriyor. Biz her ne kadar etrafımıza çizdiğimiz kalın hatlı çemberi mutlaklaştırsak da sınırın her iki tarafındaki halkların mutlulukları da, kederleri de, kaderleri de bizim irademiz dışında çizilmiş ilahi çemberin içinde yer alıyor. Ve bunu duymak hoşumuza gitse de gitmese de asıl sınır kime yöneltildiğinden bağımsız olarak zihinlerimize ve gönüllerimize çektiğimiz sınırlar ki bunun muhatabı bazen bir mülteci, bazen de herhangi bir gerekçeyle sadece kendimize reva gördüğümüz bir hakkı paylaşmak istemediğimiz “öteki” olabiliyor. O nedenle işe her şeyden evvel düşünce ve gönül dünyamızda inşa ettiğimiz sınırları kaldırarak başlamamız gerekiyor.