İkinci Dünya Savaşını takip eden süreçte sosyal bilimciler, yeni bir toplum formunun ortaya çıkacağını öngörmekteydiler. Farklı isimlendirme teşebbüslerinde bulunsalar da üzerinde uzlaştıkları temel husus, bireylerin ve toplumların giderek bilgisayar/ağ temelli bir dünyayla daha fazla uyum gösterecekleri yönündeydi. Nitekim kökenleri 1970’lere kadar geriye gitmekle birlikte 1990’lı yıllarda internetin, yeni bin yıldan itibaren de sosyal medyanın halk katmanlarına yayılması, insanoğlunun zaman ve mekân algısında köklü değişimleri beraberinde getirmiş ve böylelikle fiziki/çevrimdışı mevcudiyetin yanına bir de dijital/çevrimiçi uzam eklenmiştir.
“Sanal”dan “Dijital” Ortamlara
İnternetin ilk formlarının öne çıkan özelliği, sohbet edilen kişinin ya da kişilerin fiziki/çevrimdışı hayatta hangi kişiler olduğunu bilme imkânının olmamasıydı. Bu bilinememezlik durumu, dijital ağlara dâhil olan bireylerin gündelik hayatın kısıtlamalarından sıyrılarak belki de hiç tanışma imkânı bulamayacağı kişilerle etkileşim kurmalarına kapı aralamaktaydı. Bunun sonucunda kullanıcılar kendi kimliklerini olduğundan farklı biçimde yansıtabiliyor, cinsiyetlerinden mezun oldukları okullara ve mesleklerine, hatta dünya görüşlerine kadar kendilerini farklı bir kişi olarak sunabiliyorlardı.
Yeni bin yılla birlikte görünür hâle gelen sosyal medya platformlarında ise bu durum, önemli bir değişimle karşı karşıya kaldı. Anonim hesapların elbette hâlen bir karşılığı olsa da insanların kendi isimleriyle bu ağlara dâhil olma oranında önemli bir artış yaşandı ve bunun sonucunda kullanıcılar, dijital ortamlarda mümkün olduğunca kendileriyle daha uyumlu pratiklerde bulunmaya başladılar. Dolayısıyla internetin ilk formlarına karşılık gelen ve fiziki dünyadan bağımsızlaşan ortamlar için kullanılan “sanal” kelimesi, giderek fiziki dünya pratikleriyle uyumlu hâle gelen medya ortamlarını anlatmakta yetersiz oldu. Böylece bir zamanların “sanal” ortamları, yerini “dijital” ağlara bıraktı.
Dijital Kültürün Yansıma Alanları ve Dijitalleşen (Dinî) Kimlikler
Sosyal medyada açığa çıkan kimlikleri ve dinî kimlikleri yorumlayabilmek, ancak bazı tezahür alanları eşliğinde mümkün olabilmektedir. Kimliğin ve dinî kimliğin çevrimdışı dünya bağlamında dahi yorumlanmasının güç olduğu dikkate alınacak olursa, dijital ağlarda karşılık bulan formlarını analiz etmenin bir nebze daha zorlaşacağı daha iyi anlaşılacaktır. Bu bakımdan hem kimliği hem de dinî kimliği sosyal medyada çeşitli açılardan çerçeveleyen ve onları etraflıca yorumlayabilmemize imkân veren yansıma alanlarına değinmek gerekmektedir. Kimliğin ve dinî kimliğin sembolik göstergeleri olan bu unsurlar bizi beğeni, gözetim, tüketim, mahremiyet ve sosyalleşme gibi temalara götürmektedir.
Dijital platformların en yaygın kullanım özelliklerinden biri olan paylaşımları beğenmenin doğrudan nicel algoritma anlamında bir karşılığının olması; kullanıcıları, hangi konularda paylaşımlar yaparlarsa yapsınlar, farklı olma çabasına yöneltmektedir. Çünkü milyonlarca kullanıcı içerisinde ön plana çıkabilmenin yolu, paylaşımları ve içerikleri mümkün olduğunca farklılaştırmaktan geçmektedir. Bunun bir yansıması olarak, dinî içerikler paylaşan kimi tele-vaizlerin ve sosyal medya vaizlerinin, toplumun genelinde daha fazla kabul gören dinî anlayış ve yaklaşımların yerine daha uçlarda konumlanan dinî görüşlerin sözcülüğünü üstlenme yoluna gidebildikleri görülmektedir. Yine bu anlamda din dilinin kendi karakterinde bulunması gerektiği düşünülen ağırlığın, dinî içerikli metin veya görsel içerikli paylaşımlarda ortadan kalktığının müşahede edilmesinin bir sebebi olarak beğeniyi zikretmek yerinde olacaktır.
İnternet ve sosyal medya ağları, bütün dikizleme kameralarının bizi kadraja aldığını biliyor olsak bile onları önemsemeyerek, sanki kendi evimizdeymişiz gibi rahat davranışlar sergilememize alan açmaktadır. Bunun bir sonucu olarak dijital ortamlardaki dikizleme eylemi, merakla başlamakla birlikte merakı da aşarak başkalarının kusurlarını/ayıplarını arayan ya da karşıdaki kişiyi toplumsal linç ortamına sürükleyen bir kullanım vasatı meydana getirmekte ve böylelikle insani, hukuki, dinî pek çok hassasiyetin aşındığı kültürel bir ortamı normalleştirmektedir.
Sosyal Medyada Mahremiyet Sorunu
Akışkan gözetimin birlikte işlev gördüğü en önemli dayanaklarından birisi ise tüketim kültürüdür. Pek çok sosyal bilimci, tüketim unsurunun, etkin bir gözlemin en önemli parçasını teşkil ettiğini belirtmektedir. İnternetin, akıllı telefon aplikasyonlarının veya sosyal medya ağlarının sağlamış olduğu kolaylıklardan belki de en önemlisi, yapılacak alışverişi bir tık mesabesine indirerek, kullanıcının “oturduğu yerden” istediğini sipariş edebilmesine imkân sağlamasıdır. Kolaylığının yanı sıra satışa sunulan ürünlerin özgünlüğü ve fiyatı, çok daha fazla seçeneğin bulunması, iade seçeneklerinin normal mağazalara kıyasla daha çeşitli ve kolay olması, alışveriş merkezleri ya da mağazalar gibi yüz yüze etkileşimi gerektirmemesi gibi nitelikleri, online/çevrimiçi alışverişin sınırlarını alabildiğine genişletmiş ve artık insanlar mağazalar yerine çoğunlukla buraları tercih eder hâle gelmişlerdir.
Dijital kültürün beğeni, gözetim ve tüketimle doğrudan irtibatlı olduğu bir diğer önemli problem alanı, mahremiyettir. Mahremiyetin kişisel bilgi veya görüntü ihlali gibi uzanımları olsa da çok daha fazla tartışılan boyutu, aslında doğrudan doğruya dinî kimlikte düğümlenmektedir. Sosyal medya bu bağlamda kullanıcıların fotoğraf paylaşıp paylaşmayacağından, paylaşacaksa bunun sınırlarının nasıl olması gerektiğine kadar aynı kesimdeki çeşitli insanların/grupların birbirlerinin dindarlıklarını sorguladıkları bir dizi tartışmaya alan açmaktadır. Diğer taraftan modayı belirleyen grup olarak kitle etkileyicilerinin paylaşımları bir yandan genç kuşak tarafından sıkı bir şekilde takip edilirken, öte yandan mahremiyet ihlallerine sebep verdiği düşüncesiyle orta yaş grubu üzerindeki dindarların tepkisini çekmektedir.
Sosyal medya ortamlarında mahremiyet sorununun ortaya çıkmasını sağlayan temel saik, her yaştan insanın, özellikle de gençlerin, hayatlarının hemen her anını paylaşma arzusunu taşımalarıdır. Sosyal medyada paylaşımı yapılmayan şeylerin gerçekte sanki hiç yaşanmamış gibi algılanması, gerekli gereksiz her türlü içeriğin kaçınılmaz olarak dijital ortamlarda paylaşılmasına sebebiyet vermektedir. İslami referanslarla ve bu referanslar çerçevesindeki geleneksel kabul ve ahlaki anlayışlarla doğrudan irtibatı bulunmasından dolayı sosyal medya mahremiyeti toplumumuzda çok kritik bir mesele hâline gelmiştir.
İnternet ve sosyal medya ağları, insanların uzunca bir süredir tecrübe ettiği sosyalleşme biçimlerinde de değişime sebebiyet vermiştir. Özellikle 2000’lerden sonra doğan ve “dijital yerliler” olarak isimlendirilen genç kuşak için sosyal ilişkiler, çok büyük çoğunlukla sosyal medya ağları üzerinden ilerlemektedir. Gençler, yirmi dört saatin önemli bir bölümünü bu platformlarda geçirmekte ve sözgelimi Twitter’ı dijital bir günlük, Instagram’ı ise dijital bir albüm ya da hatıra defteri olarak kullanabilmektedir. Yine sevinçlerini, öfkelerini, hüzünlerini burada yaşamakta, sıkıntılarını ve dertlerini bu mecralarda arkadaşlarına/takipçilerine açmaktadırlar. Dijital ağlar, böylelikle gençlerin her türlü paylaşımına ve etkileşimine kapı aralarken onların sosyalleşme çeperlerini elbette genişletmekte; fakat diğer taraftan siber ihanet, siber aldatma, siber taciz gibi bireysel, toplumsal ve kültürel anlamda istenmeyen bazı durumları daha yaygın hâle getirme potansiyeli taşımaktadır.
Müslümanların Günümüzdeki En Büyük İmtihan Alanı: Dijital Ağlar
Şunu ifade etmek gerekir: Fiziki/çevrimdışı dünya deneyimleri kişiliğimize, kimliğimize, dünya görüşümüze ve yaşam pratiklerimize nasıl etki ediyorsa sosyal medya da çağımızda hemen hemen aynı etkiyi meydana getirmektedir. Bu bakımdan ikincil, gündelik hayattan kopuk “sanal” ortamların yerini alan “dijital” ortamlar, farkında olalım ya da olmayalım, kendi mantalitesini ve kültürel arka planını bir şekilde sosyal medya kullanıcılarına yansıtarak “gerçek” hayatın önemli bir parçası hâline gelmiştir. Böylelikle beğeniden gözetleme sistemlerine, yeni tüketim formlarından mahremiyet anlayışındaki dönüşüme kadar sosyal medya pratikleri, kullanıcıların hayatlarına önemli ölçüde dokunmakta ve bu dokunuş, artık fiziki dünyadaki diğer deneyimlerden ya da sosyokültürel çevreden, hatta aileden çok daha etkili olabilmektedir.
O hâlde kimliklerimiz nasıl fiziki ortamların ve dijital ağların birlikteliğinde inşa ediliyorsa, dinî kimliklerimiz de aynı ölçüde her iki dünyaya referansla konumlanmaktadır. Zira yaşadığımız dünyada dindarlık da bu iki uzamın etkileşiminde deneyimlenmektedir. Hemen her şeyin hızla değiştiği çağımızda, İslami kimlik veya Müslüman kimliği de durağan kalmamakta; bu etkileşim içerisinde sürekli yeni görünümler almaktadır. Bilhassa dünyanın çok farklı sosyokültürel arka planlarına sahip coğrafyalarında hayatını idame ettirmekte olan genç Müslüman kuşak, sosyal medyanın akışkan ve büyüleyici dünyasıyla kendi büyüklerine kıyasla daha fazla karşı karşıya kalmakta ve bundan daha fazla etkilenmektedir. Bu bakımdan Müslüman genç bireylerin bir yandan bu zamanın gerektirdiği imkânları kullanarak dijital ortamlarda kendi kimlikleriyle yer almaya gayret göstermeleri; diğer yandan ise seküler niteliği baskın olan bu platformlarda İslami kimliğe ve duruşa halel gelmemesi için özel bir çaba sarf etmeleri gerekmektedir. Sosyal medyanın, günümüz dünyasında Müslümanlar için belki de en büyük imtihan alanlarından biri hâline dönüştüğü dikkate alınırsa, bu hassasiyet ve çabanın kıymeti daha iyi anlaşılacaktır.