Kazananlar, bu dünya hayatının bir imtihan sahası olduğunu, kazanmak için her şeylerini ortaya koymaları gerektiğini idrak etmişler, kaybedenler ise dünyanın süsüne, aldatıcı görüntüsüne kapılmışlar, en kıymetli varlıklarını (zaman, beden gücü, mal vs.) dünyayı elde etme uğruna sarf etmişlerdir. Neticede her iki kesimin akıbeti (cennet veya cehennem) farklı olmakla beraber bunların da kendi içlerinde derecelerinin olduğu da bilinmektedir. Konumuz, kazanıp yükselenler olduğu için onlar üzerinde durarak şu soruyu soralım: Bunların cennetteki makamlarının tayini, dereceleri neye göre yapılmaktadır? Salih amelleri içerisinde belirleyici olan hangisidir? İşte bu noktada iman kuvveti, ihlas, fedakârlığın boyutu ve teslimiyet devreye girmektedir. Olaylar ve imtihanlar karşısında alınan tavır, sergilenen duruş, hükme razı olsa bile kalbindeki gerçek duygu önem kazanmaktadır.
Hz. Âdem’in iki oğlunun imtihanına bakalım. Her ikisi de Allah Celle Celalûhu’ya yakınlaşmak maksadıyla birer hediye sundular. Habil’in koyun sürüsü, Kabil’in de ziraatı vardı. Habil koyunlarının içerisinden Allah Celle Celaluhu’ya kurban olabilecek en iyisini ayırdı; Kabil de ziraatından biraz çer-çöp denilebilecek kısımları getirdi de semadan gelen bir ateş Habil’in hediyesini alıp götürdü, yani kabul edildi. Kabil’in hediyesi ise kabul edilmedi. Bunun sebebini kendisini öldürmek isteyen kardeşine Habil’in verdiği cevapta görüyoruz: “Şüphesiz Allah, ancak korkup sakınanlardan kabul eder.”1 Aslında Allah Celle Celaluhu’nun ne Habil’in ne de Kabil’in hediyesine ihtiyacı yoktu elbette. Onlardan Allah’a ulaşacak olan tıpkı şu ayette buyrulduğu gibi takva ve fedakârlık gibi kalpte beslenen yüksek değerlerdir. “Onların ne etleri ve ne de kanları kesin olarak Allah’a ulaşmaz, ancak O’na sizden takva ulaşır…”2
Burada asıl mesele, kendine ait sandığın maldan veya değerden, mülkün asıl sahibi Allah Azze ve Celle için vazgeçebilmek, istendiğinde O’nun yoluna sarf edebilmek ve bunu yaparken de rızasını ve rahmetini isteyerek hükmüne boyun eğmektir. Bu yaklaşımın önündeki tüm engeller birer pranga gibi bizi bağlamakta, yükselmemize fırsat vermemektedir. Hz. İbrahim’in İsmail’ini kurban etmeye razı olması, bizim de içimizdeki veya yolumuzdaki İsmaillerimiz için bir semboldür. Hz. İbrahim’in içindeki evlat sevgisi büyüyüp aşılması gereken bir tutkuya dönüştüğü için Allah Celle Celaluhu ona evladını kesmesini emretti. Mesele sadece evlat değildir, kesilmesi gereken İsmail’e dönüşen her türlü sevgi, vazgeçilmez gördüğümüz ve bizi asıl sorumluluklarımızdan alıkoyacak kadar içimizde büyüttüğümüz her şey birer İsmail hükmündedir. Biz de tıpkı atamız İbrahim Aleyhisselam gibi, İsmaillerimizi kurban edebilmeli, onların bize ayak bağı olmalarını bertaraf etmeli, yükselebilmek için teslimiyetimizi Allah Celle Celaluhu için ortaya koymalıyız. Uzun zaman gösterilen sabrın sonunda elde edilen bir evladı (İsmail’i) Allah yolunda kurban edebilmek, İbrahimî bir duruş sergileyebilmek neticede insanı Allah Celaluhu katında yükseltiyor, böyle kişiler tarihe ve deftere teslim olup yükselenler sınıfında yazılıyorlar. Tıpkı İmran’ın hanımı gibi… Yıllar yılı içinde büyüyen evlat hasreti bir türlü dinmiyor, kısırlığından dolayı bir türlü çocuğu olmuyordu. Ama artık evlat kokusu nasıldır, çocuğun anne-baba demesi nasıl bir duygu uyandırır ebeveynlerin yüreğinde, bunu kendisi de tadacak, her anne gibi oda artık bir hamilelik süreci yaşayacaktı. Mahrum kaldığı duyguları yaşamanın, sabrın sonu olan meyveyi tatmanın, evin neşesi olan çocuğa kavuşmanın zamanı gelmişti. Ama beklenmeyen bir şey oldu. Hanne (İmran’ın hanımı), daha doğmamış olan karnındaki çocuğu Allah için mabede adadı. Hiç bir etki altında kalmadan kararını vermişti, bu çocuk (doktor, mühendis, avukat vs. değil) Allah yolunda bir hizmetçi olacaktı. Beklenenin aksine erkek değil de kız doğmuştu ama o, yine de kararının arkasında durdu ve ismini Meryem koyarak Allah için adadı. Fedakârlığın boyutu ne kadar büyükse kabul de ona göre (hüsn-ü kabul) oluyor, neticede Allah Celle Celaluhu onun adağını kabul etti, onun başına bir peygamberi (Hz. Zekeriya) kefil kıldı, onun gözetiminde yetiştirdi. Bu olayın kıyamete kadar Kur’an’da örnek olarak zikredilecek olması da adağın, Allah Celle Celaluhu katında ne kadar makbul olduğunun apaçık göstergesidir.
Allah Celle Celaluhu Kur’an’da bizim için vazgeçilmez olabilecek, birer İsmail olma potansiyeli taşıyan engellerden bahsetmiş ve bunların aşılmasını istemiştir. “De ki: “Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın (azap)emri gelinceye kadar bekleyedurun…”3
Ayette sayılanlar genellikle insanların dava yolunda dökülmesine sebep olan engeller değil midir? Tüm bu engeller, bizimle Allah, Resulü ve Allah yolunda mücadelenin arasına girmekte, bizi ahirette kurtuluşa erme hedefinden uzaklaştırmaktadır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem de kalpte var olacak yanlış sevgilerin, gelecekte bizi ne durumlara sokacağını nübüvvet penceresinden görmüş ve uyarıda bulunmuştur. “Rasulullah buyurdular ki: “Diğer milletler, tıpkı sofraya yemek için üşüşen insanlar gibi sizin üzerinize üşüşecekler.” Bunun üzerine sahabiler şaşkınlıkla sorarlar: “Ya Rasulallah, o gün sayımız çok mu az olacak?” Efendimiz: “Hayır” buyurur. “Bilakis, o gün sayınız çok olacak. Fakat siz -çokluğunuz- bir akıntıyla taşınan çer-çöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu silecek, sizin kalbinize de “vehn” verecek.” Bunun üzerine sahabilerden biri sorar: “Vehn nedir ya Rasulullah?” O da buyurdu ki:“Dünya sevgisi ve ölümü sevmemek, ondan nefret etmek.”4
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem “vehn” hadisi ile gelecekte dünya sevgisinin kalplerimizde yer edeceğine, bu zafiyetin bizim güçlenmemize ve yükselmemize engel olacağına, düşmanların bizden korkmayıp bizim onlardan korkmamıza ve yeryüzünde Müslümanların ezilmesine, zilletine sebep olacağına vurgu yapıyordu. Gerek ayette gerekse hadiste; Allah Celle Celaluhu ve O’nun yüce davası uğrunda önümüze çıkan engelleri aşmaya çalışırsak fert ve toplum olarak yükseleceğimize, Allah’ın yardımının geleceğine, kurtuluşumuzun bununla mümkün olacağına işaretler vardır.
Sonuç olarak bir yandan herkes kendi İsmail’inin farkına varmalı, onun esaretinden kurtulmalı ve yükselmeye çalışmalıdır. Diğer yandan Hanne gibi en değerli varlıklarımızı Allah yolunda adamalı, hem kendimizi hem de adadıklarımızı (eğer çocuklarımızsa) yükseltmeye çalışmalıyız. Muhterem Hocamızın “Bir cemaatte ne kadar sancılı, fedakâr, gayretli, gözü yaşlı, ibadet ve mücadele sevdalısı fert varsa, o cemaate olan rahmet de o kadar fazla olacak, yağmur ormanlarının yağmuru çekmesi gibi bu kimseler de Allah’ın rahmetini ve yardımını çekeceklerdir” sözü bizi kamçılamalı, ümmetin kurtuluşu için İsmaillerimizi feda etme konusunda kulağımıza küpe olmalıdır. Kurban Bayramı’nda kurbanlarımızı keserken, sanki bıçağı koyuna değil de bizi yükselmekten alıkoyan İsmaillerimize-zaafiyetlerimize değdirdiğimizi, her türlü istenmeyen kötü arzulardan ve engellerden bu şekilde kurtulacağımız düşüncesiyle bu eylemi gerçekleştirdiğimizi idrak edersek o zaman biiznillah yükseleceğiz. Rabbim, bayramını kurban edebilenlerden, İsmailini kesip yükselebilenlerden olmayı tüm kardeşlerimize nasip etsin. Âmin.
1 Mâide, 27. 2 Hacc, 37. 3 Tevbe, 24. 4 Süneni Ebû Davud: 4/111, hn. 4297; Müsnedi Ahmed: 5/278, hn. 22450.